Sayfalar

Alparslan Kuytul'un çok tehlikeli ve hatalı görüşleri. | Vehhabilik, Caferilik, Seyyid Kutub, ibn-i Teymiyye | Mehmet Fahri Sertkaya anlatıyor...


Videoyu openload kanalımızdan izleyin...



Alparslan Kuytul, tasavvuf ve rabıtaya dair görüşlerinde hem samimiyetsiz, hem isabetsiz hem de yetersiz. | Mehmet Fahri Sertkaya anlatıyor...


Videoyu openload kanalımızdan izleyin...


Alparslan Kuytul gerçekten ehl-i sünnet mi? | Seyyid Kutub, Mevdudi, İbn-i Teymiyye'nin gerçek yüzü | Mehmet Fahri Sertkaya

akademi dergisi, Mehmet Fahri Sertkaya, video izle, alparslan kuytul, gerçek yüzü, şiilik, ibn-i teymiyye, mevdudi, islamcılık, ehl-i sünnet, Seyyid Kutup,

Videoyu openload kanalımızdan izleyin...


Bu bir telefon görüşmesi kaydından kesittir. Videoda gördüğünüz yayınları/paylaşımları sitelerimizde ve sayfalarımızda bulabilirsiniz. 

Allahü Teâlânın, ilmini sapıtmasına sebep kıldığı kimse; İbn-i Teymiyye

dinde reform, ibn-i teymiyye, ibn-i teymiyye kimdir


İbn-i Teymiyye, Miladi 1263 senesinde Şanlıurfa’nın Harran kazasında doğdu. Künyesi; Ebu’l Abbas, lâkabı Takiyyüddin’dir. Şam’da Hanbelî fıkıh ve hadis âlimi idi. Ailesi ile birlikte Moğolların zulmünden kaçarak Urfa’ya yerleşti. Birçok ünlü âlimden ders aldı. Yirmi yaşında tahsilini tamamladı. 1282 yılında babasının vefatı üzerine yerine müderris tayin olundu. İlmi gerçekten çok idi. Lakin İbn-i Teymiyye, ilminin çokluğuna aldanarak, babasının ve hocalarının yolunu terk

etti. Allâme İbn-i Haceri Mekkî, İbn Teymiyye hakkında şunları söyledi: “Allahü Teâlânın, ilmini sapıtmasına sebep ettiği kimsedir.”

Ehl-i Sünnete aykırı söylemleri sebebiyle 1305’te Kadıl Kudat Zeynüddin-i Mekkî başkanlığındaki bir heyet, İbn-i Teymiyye’yi imtihana tabi tuttu ve suallere cevap veremeyince hapsettiler. İki sene sonra tevbe edince bırakıldı. İyi tahsilli, çok kitap okuyan İbn Teymiyye, Hanbelî müderrisliği gibi yüce bir vazifeyi ifa etmişti. Hatta Şiileri ve Yunan filozoflarını tenkit eden kıymetli kitaplar yazdı. Lakin ilmi ona gurur vermeye başladı. İtikadî ve amelî konuda kendi fikirlerini Ehl-i Sünnetin üstünde görmeye başladı. Raşid halifeleri, Eshab-ı Kiramın ileri gelenlerini ve Muhyiddin Arabî (k.s.), Sadrettin Konyevî (k.s.) gibi tasavvuf yolunun büyüklerini tenkide ve hatta onlara hakarete kalkıştı, onları küfürle itham etti. İmam Eş’ari ve İmam Gazalî’ye dil uzattı. Bozuk itikatlarına dayanan fetvalarını yaymaya çalışması sebebiyle Şam kalesinde kendisine bir oda tahsis edilerek hapsedildi. 1328 yılında vefat etti. Vasıta, Kitab’ül Arş, Minhâc-üs Sünne, Es-Siyaset-üş Şer’iyye, Ziyaret’ül Kubur, Fetevâ, Felsefe-i İbn-i Rüşd İktizau Sırat’ül Müstakim, El Furkan, İbn-i Teymiyye’nin eserleri arasındadır.


GÖRÜŞLERİ
İbn Teymiyye’nin görüşlerinin başında tecsimcilik ve teşbihcilik gelir. Yani Hz. Allah’ı cisimlere, mahlûkata benzeterek, sıfat-ı zatiyye’den olan Muhalefet’ün Lil-Havadis’i (sonradan olanlara hiç benzememek)  inkâr etmektir. Vehhabilerde var olan bu görüşün temelini atan İbn-i Teymiyye’dir. Herkes tarafından bilinen şu olay İbn Teymiyye’nin nasıl bir düşünceye sahip olduğunu anlamak için yeterlidir: Şam’da Emevi Camiinde hutbe okuyan İbn Teymiyye: Allah benim indiğim gibi şöyle yukarıdan aşağıya iner.”[i] demiş ve bulunduğu basamaktan bir basamak aşağıya inmiştir. Bunu, kaynak olarak aldığımız Ebu Hamid Bin Merzuk’tan başka, camide olaya şahit olan İbni Batuta da ifade etmiştir. İbn-i Teymiyye, cihet anlayışı hakkında da şunları söylemiştir: “Allah’ın kitabını başından sonuna kadar, keza Resulünün sünneti evvelinden ahirine kadar, bütün sahabe ve tabiinin ve müctehitlerinin sözleri nas halinde açık seçik bir şekilde Allah’ın arşın üstünde, her şeyin üzerinde, semanın üstünde olduğunu beyan eden ifadelerle doludur.” Bu görüşüne de Fatır Sûresi 10. ayeti delil gösterir. Hâlbuki ulemanın ittifak ettiği görüş şudur: Bu ayetteki “çıkmak” kelimesi cisimlere isnat edilir ve yüklem olursa cihet olabilir. Lakin “çıkmak” kelimeye nisbet olmuştur, yani cismani değil manevidir. “Çıkma” kelimesinin bu ayetteki manası “kabul olmak”tır.  İşte Fatır Sûresi 10. ayet: “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki, izzet tamamiyle Allah’ındır. Hoş (güzel) kelimeler O’na yükselir, onu da amel-i salih yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince onlara şiddetli bir azap vardır ve onların tuzakları hep darmadağın olur.”


Açıkça görülmektedir ki bu ayet-i kerimede, “yükselme” kelimesi “ulaşma” manasında kullanılmıştır.  İbn Teymiyye, bu manadaki aykırı görüşünde kendinden önceki tüm müctehitlerin ve âlimlerin ittifak halinde olduklarını yazmıştır. Evet, ittifak halindedirler ama İbn Teymiyye’nin görüşünün aleyhine ittifak halindedirler.

İbn-i Teymiyye’nin ‘istiva’ hakkındaki görüşü malumdur.  Görüşünü temellendirmek ve sağlamlaştırmak için İmam Malik’in sözlerini de istediği gibi yorumlamıştır. İmam Malik Hazretleri’nin istiva hakkındaki görüşü şudur: “İstiva malum, keyfiyeti meçhuldür. Buna inanmak vacip, üzerinde durmak, sual sormak bidattir.” İşte bu güzel açıklamayı İbn Teymiyye şöyle saptırmıştır: “Allah’ın arşın üzerinde olduğu malum, fakat nasıl olduğu meçhuldür.”[ii] Hâlbuki “istiva” cihet manasına gelmez.  İbn Teymiyye,  Allah’a cihet isnat etmek için Kur’an’da “istiva “ kelimesinin olduğunu bildiği halde, “istiva” kelimesi yerine “fevk” (üst, yukarı) kelimesini kullanarak Kur’an’da olmayan bir kavramla açıklama yapmaya çalışmıştır.

İbn-i Teymiyye daha da ileri giderek Tevhid’i ikiye ayırmıştır. Rubûbiyet Tevhidi, Ulûhiyet Tevhidi diye isimlendirmiştir. Bu terimler de yine ilk defa ondan duyulmuştur. İbn-i Teymiyye’nin Fetvaları kitabında bakın ne yazıyor“Tevhid iki kısımdır: Tevhid-i Rubûbiyet, Tevhid-i Ulûhiyet. Tek tek zikredildiği zaman her ne kadar ulûhiyet rububiyeti içine alıyor ve rubûbiyet ulûhiyeti gerektiriyorsa da, bir arada zikrolunduklarında “Kul euzü birabbinas”da olduğu gibi ayrı ayrı manalarına gelir. İlah; ibadete müstehak ma’bud, Rab; kuluna sahiplik eden demektir.”[iii] İbn-i Teymiyye bu açıklaması ile Hz. Kur’an’a ters düşmüştür. Bunu anlamak için şu mealdeki ayete bir bakınız:

 “Ey nas! Sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinize ibadet ediniz.” Bu ayet-i kerime, rubûbiyeti ve ulûhiyeti ayrı ayrı gösteren İbn-i Teymiyye’nin iddiasının yanlışlığını şöyle ortaya koyuyor: Ayetten anlaşılacağı üzere Rab ibadet edilendir. İbn-i Teymiyye, mantık ilminin haram olduğunu söylerken; “Ulûhiyet rubûbiyeti tazannun eder, rubûbiyet ise ulûhiyeti müstelzimdir.”[iv] diyerek kendisi de mantık ilmine ait kavramlar kullanmıştır.  İbn-i Teymiyye tevhidi ikiye ayırarak Bakara Sûresi 21., İsra Sûresi 23. ayetlerine karşı çıkmıştır.

İbn Teymiyye, mümtaz İslam âlimlerine de saldırmıştır. Kelam ulemasının Kur’an’daki aklî delilleri anlamaktan aciz olduklarını söylemiştir. Minhacü’s Sünne adlı eserinde: “Kelam uleması Ulûhiyet tevhidini bilmedikleri ve Esma-i İlahiye’nin hakikatlerini ispat edemedikleri için Allah’tan başkasına tapmışlar.”[v] diyerek bilcümle ulemayı şirkle suçlamış ve kâfir demeye getirmiştir. Bu dediklerinin sonucunda ise Sıfat-ı İlâhiyenin ispatını yapamayan herkesin kâfir olacağı çıkıyor. Yine iddiasına şöyle devam ediyor: “Yalnız Rububiyet tevhidini bilmek kafi gelmez, küfürden kurtarmaz.”[vi]

İbn-i Teymiyye Fetvası’nda şunlar yazılıdır: “Peygamberler ve veliler ile tevessül eden, sıkıntılı anlarda onlara nida eden kimseler onlara tapıyorlar demektir. Ve böylece onlar putlara, melaikeye, İsa’ya tapanlar ile aynı derecede kâfir olmuşlardır. Aynı durum ruhaniyetlerinden istimdat ve tevessül maksadı ile kabir ziyaret edenler için de mevzuu bahistir.”

İbn-i Teymiyye herkesi acımasızca ve pervasızca kâfir ilan etmiştir. Tevessül ibadet etmek değil, bir şeyi aracı kılmaktır. Zira birine ilah edinmeksizin secde etmek dahi kâfirlik sebebi değildir. (Günahtır) Hâlbuki eski şeriatlerde tazim ve saygı için secde serbest idi. Yüce Peygamberimizin (s.a.v) İslam’ı getirmesiyle bu fiil kaldırılmıştır. Zira melekler de Hz. Âdem (a.s.)’e secde etmişler, Hz. Yakup’un oğulları da Hz. Yusuf’a secde etmişlerdi. İbn Teymiyye’nin tevessül ve kabir ziyareti ile alakalı görüşlerini Vehhabiler de delil kabul etmişlerdir.

Vehhabiler Hz. Resulullah (s.a.v.)’ın hatıralarına en edepsiz hareketleri bu görüşlere dayanarak icra ettiler. İbn Teymiyye’den sâdır olan bir görüşe göre; Resulullah Efendimize (s.a.v.) salât ve selam getirmek şirktir. Hâlbuki Sahabe-i Kiram efendilerimiz, Hz. Peygamber Efendimize (s.a.v.); “Anam babam sana feda olsun.” derlerdi. Peki, şimdi –hâşâ- ashab-ı kiramın şirke düştüğünü, Resülullah Efendimizin (s.a.v.) de buna müsaade ettiğini mi düşüneceğiz? Elbette hayır.

 İbn Teymiyye’nin mezhep imamı, İmam Hanbel’in Müsned’inde Ubeydetu’s Selmanî Hazretlerinin şu sözü vardır: “Resul-i Kibriya’nın mukaddes vücudundan ayrılan bir tüy, benim nazarımda yeryüzünde açıkta olan ve yer altında gizli bulunan bütün altın ve gümüş hazinelerinden daha kıymetli ve daha sevimlidir.”

Bu bir tazim değil midir? Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) “seyyid” kelimesi kullanıldığı halde Teymiyyeciler, bu kelimenin kullanılmasına da karşı çıkmışlardır.

İbn Teymiyye, Fetavası’nda şöyle söylemiştir: “Çoğu kimseler bir halif
eyi, bir âlimi yahut bir şeyhi, bir emiri öyle severler ki –her ne kadar biz onu Allah için seviyoruz deseler de- onu Allah’a denk tutarlar. Bir kimse Peygamberden başkasının emirlerine uymak, nehiylerinden kaçmak hususunda –Allah ve Resulünün emirlerine muhalif de olsa- ona itaati gerekli sayarsa Allah’a şirk koşmuş olur. Çoğu kere bu sevgi ve itaat, Hıristiyanların Hz. İsa’ya yaptıkları gibi olur; ona dua eder, ondan imdat bekler, onun dostları ile dost, düşmanları ile düşman olur, onun helal dediğine helal, haram dediğine haram der ve adeta onu Allah ve Resulünün yerine koyar. Bu ise: ‘İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah’tan başka tanrılar edinirler de onlara Allah sevgisi gibi bir sevgi ile bağlanırlar. İman edenlerin Allah sevgisi daha üstündür.’ (Sure-i Bakara/ 165) ayet-i kerimesinde beyan edilen şirktendir.[vii]

Şefaat ve tevessül konusunda Ehl-i Sünnete muhalif görüşlerini eserlerinde zikretmeye şöyle devam eder: Peygamber (s.a.v.)’in hayatında ve onun duası, şefaati gibi fiilleriyle tevessülün meşrutiyetinde Müslümanların icmaı vardır.”[viii] Bu sözlerin az ilerisinde şunları söyleyerek derin çelişkiye düşer: “Tevessül, ‘iksam alellah’tır. Allah üzerine yemin vermektir. Bu ise caiz değildir. Melekler, peygamberler veya başka kimseler adıyla Allah üzerine yemin edilmez.”

İbn Teymiyye’ye göre Allah’tan başkasının adına kurban kesilmesi küfürdür. Bu iddiasına cevap olarak Vehhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab’ın kardeşi Şeyh Süleyman bin Abdülvehhab şunları söylemiştir: “Şayet İbn Teymiyye nezdinde, mezkûr nezirde bulunan kimse, kâfir olsaydı, ‘Nezrettiği şeyi sadaka etsin!’ diye adama emretmezdi. Zira kâfirin sadaka vermesi kabul olunmaz. Böyle olsaydı İbn Teymiyye, kendisine Allah’tan başkasına yaptığı nezir dolayısıyla İslamiyetten çıktın, diyecek ve ona İslamiyeti tecdid etmesini emredecekti.”

İbn Teymiyye: “Bu günde yapılan şeylerden hiçbiri sünnet değil, bilakis bidattir. Resulullah (s.a.v.) onu meşru kılmadığı gibi, ne O ne de O’nun sahabeleri bunu yapmamışlardır.” diyerek Aşura gününün ve o günde yapılan faaliyetlerin de bidat olduğunu söylemiştir. Hâlbuki Resülûllah Efendimiz (s.a.v.): “Kim Aşura günü ehl-i beytine nafakayı geniş tutarsa Allah da ona senesinde genişlik verir.” buyurmuştur.

İbn-i Teymiyye hakkında Müslümanların içindeki materyalist fikrin öncüsü diyebiliriz. Bu fikrini şu sözlerinden anlarız: “Kur’an ayniyle noktası noktasına, zahirine göre anlaşılmalı ve ele alınmalıdır. Allah, Kur’an’da; arş üstünde istiva ettiğini, zatiyle mekan ifade ettiğini mi bildiriyor, aynen böyledir ve O’nu şekil ve mekandan tenzih edici hiçbir mecazi idrake sebeb yoktur. Allah; “Benim elim her elin üstündedir.” buyururken bu ifade mecazi değil, aynen vakidir. Bahis mevzuu el’de bildiğimiz insan elidir.”

Es-Sıratü’l Müstakim adlı eserinde İbn-i Abbas (r.a.) gibi büyük sahabeye kâfir demiştir.
İbn Teymiyye, bir eserinde Hariciler gibi, müşrikler hakkında nazil olan ayetleri Müslümanlar için kullanmıştır.[ix]

El Minhacü’s Sünne adlı eserini, Şiilerden İbn Mutahhar’ın Minhac el-Kerame adlı eserine reddiye olsun diye yazmıştır. Lakin Ehl-i Sünnete mugayir pek çok söz vardır: “Allah u Teâlâ’ya bir had (ölçü) olup, ondan başkası miktarını bilmiyor. Haddinin sonu tasavvur edilmesi hiç kimseye caiz değildir. Ama haddi olduğuna inanacak ve hakkındaki bilgiyi Allahu Teâlâ’ya havale edecektir. Allah’ın mekânı için de had vardır. Allah Arş’ının üzerinde, göklerin üstündedir. İşte bu iki durum, O’nun haddidir.”[x]

Gördüğünüz gibi burada, Allah için hem mekân tayin ediliyor, hem de mekânının sınırlılığı kabul ediliyor. Mekânı ve sınırı olanın da cisim olacağı aşikârdır. Bu da bu iddiadaki tenakuzu gösteriyor.

Yine aynı eserin 194. sayfasında: “Şüphesiz Kur’an ve yaygın mütevatir hadislerde, ilk âlimlerin ve tabiinin ve hatta üçüncü asrın bütün âlimlerinin kelamında, Allah’ın yüksekte Arşının üzerinde olduğunun isbatı husunda çeşitli delillerle doludur.”

İbn Teymiyye’ye göre Cehennem ebedi değildir:
“… Cehennem’in son bulacağı görüşüne gelince, bu konuda selef ve halef ulemasından maruf iki görüş vardır ve tabiûn ile sonra gelenlerin bu konudaki anlaşmazlıkları malumdur. (…) Cehennem’de bulunanların azabının gelip dayanacağı bir son sınır olduğunu ve azabın Cennet nimetleri gibi daimi olmadığını söyleyenler, bununla Cehennemin son bulacağını kastetmiş olabilecekleri gibi, Cehennemliklerin bir gün buradan çıkacağını ve orada hiç kimsenin kalmayacağını da kastetmiş olabilirler. Ancak şöyle de denebilir: Onlar bununla, azap devam ettiği halde cehennemliklerin buradan çıkacağını değil, Cehennem’in azabının sona ereceğini, onun yok olmasının bu anlamda olduğunu kastetmişlerdir.”[xi]  

Bu sapık görüşlere sahip İbn Teymiyye hakkında büyük âlimlerin görüşlerini yazacağız. İbn-i Hacer-i Mekki diyor ki: “Allahü Teâlâ, İbn Teymiyye’yi dalalete, felakete düşürdü. Gözlerini kör, kulaklarını sağır etti. Birçok âlim, bunun işlerinin bozuk, sözlerinin yalan olduğunu bildirmişler ve vesikalarla ispat etmişlerdir. Büyük İslam âlimi Ebu’l Hasenü’l Subkî’nin ve oğlu Tâcuddin-i Subkî’nin ve İmam’ul’izbin Cemaa’nın kitaplarını okuyanlar ve onun zamanında bulunan Şafiî, Malikî, Hanefî âlimlerinin kendisine karşı sözlerini ve yazılarını inceleyenler, sözümüzün doğruluğunu iyi anlar.”

Hindistan’ın büyük âlimlerinden Muhammed Abdurrahman Silhetî, 1882 senesinde basılan Seyfü’l Ebrar adlı kitabında şöyle der: “İbn Teymiyye, Vehhabilerin büyüğü ve öncüsüdür. O şeyhülislam değil, bidat ve asam yani sapıklık ve günahlar şeyhidir, önderidir. Vehhabilerin bozuk itikatlarından ilk konuşan odur. Ve aslında bu bozuk fırkayı ortaya çıkaran odur. Onun zamanından Sultan 2. Mahmut Han zamanına kadar zikri ve akideleri gizli kaldı. Sultan 2. Mahmut Han zamanında, Yemen tarafından Muhammed bin Abdulvehhab isminde biri zuhur etti. İbn-i Teymiyye’nin ölümü ile yok olan, üzeri örtülen ve İslam memleketlerinde eli kolu bağlı olan bozuk itikadları körükleyip ortaya çıkardı. Yeni bir din yolu tuttu. Ehl-i sünnet ve’l cemaat mezhebine uymayan bir bidat kampı teşkil etti.”

Yine Hindistanlı âlimlerden Mevlana Muhammed Fadlurresul 1849 senesinde basılan Tashih’ül Mesail adlı eserinde: “Biliniz ki bu İbn-i Teymiyye yolu kötü, nefsine mağlup, Ehl-i Sünnet’ten hariç kimsedir. ‘Allah u Teâlâ için cihet söylenir’ dedi.”

İbn Teymiyye’nin çağdaşı olan Ahmed bin Yahya el- Küllâbi diyor ki: “Keşke bilseydim, İbn Teymiyye Fir’avn’un bu sözünden Allah u Tealanın göklerin ve arşın üzerinde olduğunu nasıl anlamıştır? Fir’avn; ‘Musa’nın Allah’ı göklerde’ dememiştir. Haydi, Fir’avn’ın dediğinden böyle anlaşıldığını farz edelim. Peki, İbn Teymiyye, nasıl Fir’avn’ın zannıyla istidlal eder? Demek ki, İbn Teymiyye’nin bu ayetten anladığı mana ve Allah’a cihet olduğuna dair delil, Fir’avn’un görüşüne göredir. Akidesinde itimat ettiği delil Fir’avn’un zannettiği şaz olup o, Fir’avn inancının kurucusudur.” Burada anlatılan olay şöyledir: İbn Teymiyye bir eserde Mü’min Suresi 36-37 ayetinde: “Firavn (şöyle) dedi: ‘Ey Hâman! Benim için yüksek bir kule yap, olur ki ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım da Musa’nın tanrısına yükselip çıkarım. Ben onu (Musa’yı) mutlak bir yalancı sanırım.” geçen ve Firavn’a ait olan: “Allah’ın göklerin ve arşın üzerinde olduğu”  kavlini kaynak almıştır. Ve şöyle demiştir: “Şayet Musa, Firavn’a Rabbin, bu kâinatın üstünde olduğunu haber vermeseydi, Kur’an-ı Kerim’de ondan hikayetle: “Ey Hâman! Benim için yüksek bir kule yap. Olur ki ben o yollarına ulaşırım da, Musa’nın tanrısına yükselip çıkarın.’ demezdi.” Aynı risalenin devamında şöyle der: “Muattıla olan Cehmiye taifesinin gerçek kavli, Firavn’ın kavlidir.”[xii]

Büyük âlim Yusuf Nebhanî Şevahid’ül Hak kitabında diyor ki: “Fir’avniyye ismine hak kazanan, Allah’a cisim nispet etmekte, benzemekte ve yön isnat etmekte Firavn’e müvafık kanaate sahip bulunan Haşviye taifesidir. Yoksa noksan sıfatlardan münezzeh bulunan Allahu Tealayı bu gibi şeylerin tamamından tenzih eden Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat topluluğu değildir.”  Yine aynı kitabının devamında şöyle yazıyor: “İbn Teymiyye, dalgaları kıyıyı döven gürültülü bir deniz gibidir. Bazen sahile inci ve mercan bırakır; bazı zamanlarda da taşları ve midye kabuklarını attığı, pislikleri ve hayvan leşlerini bıraktığı olur.”

Kadızade Ahmet Efendi, İmam Birgivî’nin kitabının şerhinde şöyle diyor: “Allahu Teâlâ, gökte ve yerde değildir, mekândan münezzehtir. Mekân ve zaman O’nun şanına muhaldir. Sağda, solda, önde, arkada, üstte ve altta değildir. Allah u Teâlâ cisim ve cismani olmaktan münezzehtir. Bir tarafta olmaktan da münezzehtir.  İbn Teymiyye ve yolundakiler; “Allahu Teâlâ üst taraftadır” dediler.”[xiii]

Hafız İbn-i Hacer El Askalânî, Ed-Durarü’l Kamine isimli kitabında, İbn Teymiyye’nin sahabenin büyükleriyle alakalı sözleri hakkında âlimlerden bazı nakiller yapmaktadır: “İbn-i Teymiyye, Ömer bin Hattab’a üç talak meselesinde ve Hazret-i Ali’ye de on yedi meselede Kur’an’ın nassına muhalefet etti diye isnatta bulunmuştur. ‘Hazret-i Ebu Bekir ne dediğini bilen yaşlı birisi olarak Müslümanlığı kabul etti, ama Hazret-i Ali çocukken İslamiyeti kabul edip bir kavle göre çocuğun İslamiyeti sahih değildir’ demesi ve yine Hz. Ali hakkında ‘kendisi Ebu Cehil’in kızını istemiş ve ölünceye kadar onu severek unutmamıştır’ demesi üzerine âlimler ona münafıklığı isnat etmişlerdir. İbn Teymiyye, Hz. Osman (r.a.) hakkında ‘Osman malı severdi.’ demiş ve ‘Peygamber’den istigasede bulunmazdı’ dediği için ona zındıklık isnat etmişlerdir.”

Leknevî, Ecvibe adlı eserinde diyor ki: “İbn Teymiyye, İbnü’l Cevzî gibi hasen hadisleri mekzup, birçok zayıf haberi de mevzu kılmış, hatta zayıf veya mevzu oluşu ihtilaf konusu olan birçok haberin mevzu olmasında ittifak olduğunu iddia etmiştir.”

İmam Ebu’l Hasen Subkî diyor ki: “Resülûllah ile tevessül etmek, yani istigase etmek, ondan şefaat istemektir. Bu ise ne güzel bir şeydir. Önceki ve sonraki İslam âlimlerinden hiçbiri buna karşı bir şey dememiştir. Yalnız İbn Teymiyye bunu inkâr etti. Böylece doğru yoldan ayrıldı. Kendisinden önce gelen âlimlerden hiçbirinin söylemediği bir bidat çıkardı. Bu bid’ati ile Müslümanların diline düştü.”

Aliyy'ül-Kaarî, Şifa şerhinde diyor ki: “Hanbelîlerden İbn Teymiyye, ifrata kaçmış bulunmaktadır. Zira Resülûllah Aleyhisselam efendimizi ziyaret için yolculuk yapmayı haram saymıştır. Hâlbuki ziyaretin yakınlık sebebi olduğu bilinmektedir. Onu inkâra kalkan üzerine küfür ile hükmolunmuştur. Zira müstehab olduğunda ulemanın icmaı bulunan bir şeyi haram kılmak küfür olur. Bu, mübah olduğunda icma bulunan bir şeyi haram kılmanın da ötesinde bulunmaktadır.”

Allame Şerif Takîyûddin Ebu Bekri’l-Hısnî ed-Dımaşkî diyor ki: “İbn Teymiyye’nin dediği kavillerin en kötüsü ve çirkini, tefrika meselesidir. Yani, yalnız Peygamberin (aleyhisselam) hayatında ve huzurunda duasına tevessül etmek caizdir, vefatından sonra türbesinin yanında bile caiz değildir, sözüdür ki, bunu Yahudiler ortaya atmış ve tâbileri de bu fikir üzerinde devam etmiştir.”

Zamanın sultanının İbn Teymiyye’nin görüşlerinin değerlendirilmesi için gönderdiği emirname:
Sultan İbn Kalavun’un İbn Teymiyye hakkındaki emirnamesinin sûreti:

            “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla… Bütün hamdler, her hangi bir şeye benzemekten münezzeh ve herhangi bir şey kendisine eş olmaktan uzak olan Allah’a olsun. Nitekim Allahu Teâlâ, “hiçbir nesne kendisine benzemez, gerçekten işitici, görücü ancak O’dur” (Sûre-i Şura/11) diye buyurmuştur. Kitap ve sünnetle amel etmemizi emr ve ilham eylediği ve zamanımızda dinde şek ve şüpheyi ortadan kaldırdığı için O’na hamd ederim. İhlâsı nedeniyle (kıyamet günü) akıbetinin ve dönüş yerinin güzelliğini umut eden ve Allah’ın “nerede olsanız O sizinledir ve Allah ne yaptığınızı bilir” (Sûre-i Hadid) buyurduğu ayeti celileye dayanarak yaradanı cihetten tenzih ederek La ilahe illallah, O tektir, ortağı yoktur diye şehadet ederim. Ve yine şehadet ederiz ki, Efendimiz Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. O Resulu ki, Allahın razı olduğu yola süluk edene kurtuluş yolunu göstermiş ve Allahın eserlerinde tefekkür etmeyi emr ile Zatında edilmesini yasaklamıştır. Allah, onun âl, ashabının üzerine salât ü selam eylesin, o âl ve ashab ki imanın alametleri onların himmetleriyle yükseldi, bu dinin esaslarını onlarla güçlendirdi ve onların vasıtasıyla haktan ayrılıp bid’atlara yönelen kimsenin çıkarttığı yangını söndürdü.

            Bundan sonra derim ki: Şer’i kaideler, yürürlükteki İslami kurallar, imanın ilmi rükünleri ve kabul edilen din mezhepleri bu dinin esaslarıdırlar. Bunlar dinde herkesin müracaat kaynaklarıdır. O yollara süluk eden kimse, büyük zafere ulaşır, onları terk eden kimse, şüphesiz elem verici bir azaba müstahak olacaktır.
            İşte bu nedenle, bu esasların hükümlerin muhafaza edilmesini ve devamını tekid etmek, bu ümmetin inancını ihtilaftan korumak, ittifak, şefkat ve rahmet terazisini doğru tutmak, bid’atten müvellit fitneyi söndürmek, din ahkâmını parçalayan kimselerin toplantılarını dağıtmak vaciptir.

            Çağımızda İbn Teymiyye adlı kişi sözünü genişletip, cehaletiyle kelamının yularını uzatmış, Allah’ın zat ve sıfat meselelerinden uygunsuz bir şekilde bahsetmiştir. Bâtıl kelamında birçok münker şeyleri açıkça belirtmiştir. Sahabe ile tabiinin bahsetmeyip sükût ettikleri şeylere değinmiş, salihlerin ve bu ümmetin sembolü olan imamların bahsetmekten korundukları şeylerden bahsetmiş ve İslam imamlarının inkâr ettikleri, âlim ve hâkimlerin hilafına ittifak ettikleri meseleleri meydana çıkarmıştır.

            Avam tabakasını aldattı ve çağındaki fakihlere, Şam ve Mısır’daki büyük âlimlere muhalefet ettiği fetvalar çıkardı. Bunları, risalelerine yazıp her yere gönderdi. O fetvaları, Allah’ın nazil eylediği isimlerle adlandırdı. İşte, onun bu fetva ve risaleleri elimize geçip, kendisi ile müridlerinin sülûk ettiklerince açıkladıkları şeylerin beyanı bize ulaşınca, Allah kelamının harf ve savt olduğunu, teşbih ve tecsim akidesini açıkça söylediği anlaşılmış oldu. Dolayısıyla bu büyük fitneden korkarak Allah’ın dinine yardım etmek üzere ayaklandık ve bid’ati inkâr ettik. Onun memleketinde bunların yayılması bize ağır geldi ve batıla inananların dediklerinden iğrendik. Allahu Tealanın buyurduğu: “İzzet sahibi olan Rabbini takdis et, onların vasıflarından…” (Sûre-i Saffat/180) ayet-i celilesini okuduk. Zira Allah Sübhanehu ve Teâlâ Zatında, sıfatında Ona denk ve benzer olacak her şeyden münezzehtir. “O’nu gözler idrak edemez, O, gözleri idare eder, O lütuf sahibidir, her şeyden haberi vardır.” (En’am, 103) diye buyurmuştur. İbn-i Teymiyye’nin açıkça konuştuğu ve onun lafızlarını işiten akıllı kimsenin, onun hakkında Allahu Teâlâ’nın: “Umulmadık bir iş yaptın.” (Kehf, 73) diye buyurduğu ayeti okuduğu, bâtıl fetvaları Şam ve Mısır ülkelerimizde yayıldığı zaman, kendisini huzura davet etmek için emirnamelerimizi gönderdik.

            Akd ve hall ehli olan, tahkik ve nakil sahipleri âlimlerden bir cemaat bize gelince, İslam kadıları ve hâkimler, Müslümanların âlimleri ve din ile dünya âlimleri hazır bulundular. Durumu müzakere etmek üzere, imamlar ile halktan, münazara ve itirazlar hususunda dirayetli olanlardan müteşekkil bir cemaat huzurunda şer’i bir toplantı yapıldı. Kavillerine itimat edilenlerin dediklerine ve münker akidesine delalet eden yazılarına göre, o meclisteki ulema ve halk nezdinde kendisine isnat edilen tüm şeyler sabit oldu. Meclis, onun kötü akidesini, inkârcı olarak kaleminden çıkan şeylerin şehadetiyle hakkında Allahu Teâlâ’nın buyurduğu: “Şahitliklerini yazacağız ve sorumlu olacaklar.”[xiv] ayetini okuyarak onu suçlayıp dağılmıştır. İşittiğimize göre, bu fetvaları için birçok defa yetkililerce kendisine tevbe ettirilmiş ve dolaysıyla Şer’i Şerif cezasını te’hir etmiş, bu işten men edildikten sonra tekrar eski durumuna dönüp söz dinlememiştir.

            İbn Teymiyye’nin bu suçu Mâliki mezhebinin hâkimi huzurunda sabit olunca Şer’i Şerif onun fetva vermekten men edilmesine hükmetti. İbn Teymiyye’nin gittiği bu bidat yollara her hangi bir kimseyi sürüklemekten, onun itikadına tabi olup, onun bu kavlini söylemekten, bu kelimelerine kulak vermekten, teşbih yolunda gitmekten, Allah için yukarı ciheti olduğu hakkındaki konuşmasından, Allah’ın kelamının harf ve savttan ibaret olduğunu söylemekten, tecsim hakkında konuşmaktan, akaitte doğru yoldan sapmaktan veya din imamlarının görüşünden ayrılmaktan veya Allah Sübhanehu ve Teâlâ’nın bir cihette olduğuna itikat etmekten nehy eden ve bunu itikad eden eden kimsenin cezasının kılıçtan başka bir şey olmadığına dair emirnamemizin yazılmasına da hükmettik.

            Öyle ise, herkes bu sınırda durup haddi aşmasın! “Önce ve sonradaki iş, Allah’ındır.”[xv] Hanbelîlerden herkes, din imamlarının inkâr ettikleri bu akideden (İbn Teymiyye’nin akidesinden), doğru yoldan saptıran şüphelerden dönmemelidirler. Allahu Tealanın emrettiği şeylerden, övülen iman ehlinin yollarına temessükden ayrılmamalıdırlar. Çünkü Allah’ın emrinden dışarı çıkanlar, şüphesiz doğru yolu kaybetmişlerdir. Bu gibi insanlara ceza olarak eziyetten başka bir şey olmayıp uzun zaman hapis edileceklerdir. Hapis ise, kötü bir yerdir.

            Şüphesiz bizler Dımaşk ve Şam diyarına ve bu yerlere yakın ve uzak yerlere şöyle bir resmi emir çıkardık: İbn Teymiyye’ye beyan ettiğimiz hususlarda tabi olanları şiddetle nehy eder, onları korkutarak tehdit ederiz. Onu koyduğumuz yere (hapse) göndereceğiz. Onu ümmetin gözünden düşürdüğümüz gibi taraftarını da düşürürüz. Israr edip de onu müdafaa edenin, medreselerinden ve görevlerinden azledilmelerini emrederiz. Onları rütbelerinden düşüreceğiz. Onlar için ülkemizde hiçbir hüküm ve velayet ve şahitlik, imamet, hatta hiçbir mertebe ve ikame hakkı olmayacaktır. Zira biz bu bidatçinin iddiasını ortadan kaldırdık ve Allah’ın birçok kullarını sapıttığı veya sapıtmaya yaklaştırdığı kötü akidesini iptal ettik. Hatta o kötü akidesi yüzünden halkın çoğu doğru yoldan saptılar ve yeryüzünde fesat çıkardılar. Hanbelîler de bu kötü fikirden dolayı şer’i sicil defterlerinde tesbit edilsin, tesbitten sonra bu resmi kayıtlar Maliki kadılara gönderilsin. Bu husustaki korkutmamızda haklı olarak insafa dayandık. Bu şerefli emir yazımız, ovada, şehirde ikamet eden herkese de belagatli ve kötü inançtan men edici olmak üzere cami minberlerinde okunsun. Bu emirnamemiz, 705 H. Ramazan ayında yazılmıştır.” [xvi]

İşte Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat mezhebinin büyükleri, İbn-i Teymiyye hakkında bunları söylerken, onun sağlam olmayan fikirlerini Ümmet-i Muhammedin evlatlarına dayatmak, onu tectid hareketinin öncüsü diye tanıtarak kafa bulandırmak istemek, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ve Eshabının yolu olan Ehl-i Sünneti ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Şanı Yüce Allah, Ümmet-i Muhammed’i dâlalet çukurlarına girmekten muhafaza buyursun.

| Harun Çetin
AkademiDergisi.com





[i] Ebu Hamid Bin Merzuk, Beraet’ül Eş’ariyyin, sh. 24-25
[ii] Beraatü’l Eş’ariyyin, sh. 108
[iii] İbn Teymiyye’nin Fetvaları, cilt 2, sh. 275
[iv] İbn Teymiyye’nin Fetvaları, cilt 2, sh. 275
[v] İbn Teymiyye, Minhacü’s Sünne, sh. 62
[vi] İbn Teymiyye, Ehli’s Suffe, sh. 34
[vii] İbn Teymiyye Fetevası, cilt 2, sh, 271
[viii] İbn Teymiyye Fetevası, cilt 2, sh. 293
[ix] İbn Teymiyye, el Cevabü’l Bahir fi Züvvari’l Mekabir, sh.88
[x] İbn Teymiyye, El Minhacü’s Sünne cilt 2, sh. 29
[xi] İbn Teymiyye, Er-Redd Alâ Men Kâle bi Fenai’l Cennetî ve’n Nar, sh. 52-57
[xii] el Furkan Beyne Evliyai’r-Rahman ve Evliyai’ş Şeytan, s. 144
[xiii] Birgivi Vasiyetnamesi Şerhi
[xiv] Sûre-i Zuhruf/19
[xv] Sûre-i Rum/4
[xvi] Ebu Hamid bin Merzuk, Beraatü’l Eşariyyin, sh. 391-395

Vehhâbilik Nedir?

ibn-i teymiyye, ibn-i teymiyye kimdir, ibni teymiyye, vehhabilik, vehhabilik nedir
Vehhâbilik Nedir?

On sekizinci asrın ortalarında Arabistan Yarımadasında Necid bölgesinde Mehmed bin Abdülvehhab tarafından kurulan dînî ve siyâsî bir yol, fırka. Mehmed bin Abdülvehhab 1699 (H.1111)da Necd’de, Hureymile kasabasında dünyâya geldi. 1791 (H.1206)de öldü. Önceleri seyâhat ve ticâret için Basra, Bağdat, İran, Hind ve Şam taraflarına gitti. İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını okuyarak onun sapık fikirlerinin savunucusu ve yayıcısı oldu (Bkz. İbn-i Teymiyye). Yazdığı kitaplarıyla ve bozuk düşünceleriyle köylüler ve Der’iyye ahâlisini ve bunların reislerini aldatıp, saptırdı. Vehhâbilik ismini verdiği fikirlerini kabul edenlere “Vehhâbi” ve “Necdî” denir. Vehhâbilik daha sonraları dînî ve siyâsî görüş olarak Arabistan Yarımadasına hâkim oldu. 

Düşüncelerinin temeli, üç meseledir: 

1. Amel, ibâdet, îmânın parçasıdır. Bir farzı yapmayan meselâ farz olduğuna inandığı halde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Bunu öldürmeli, mallarını Vehhâbilere taksim etmeli, diyorlar! 

2. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve evliyânın ruhlarından şefâat isteyen, bunların mezarlarını ziyâret edip, bunları vesile ederek duâ eden İslâmiyetten ayrılır, diyorlar! 

3. Yine bunlara göre; mezarlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak ve orada hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin rûhuna sadaka adanması uygun değildir diyorlar! 

Böyle bozuk fikirlere ilk önce babası Abdülvehhab karşı çıkmış, oğlunun peşinden gidilmemesini tavsiye etmiştir. Kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab da Savaik-ı İlâhiye fî Redd-i Alel Vehhâbiyye isimli kitabında vesikalarla kardeşinin yanlış yolda olduğunu ispat etmiştir. Ayrıca Mekke müftisi Ahmed ibni Zeyni Dahlan (öl. 1772) tarafından Hülâsat-ül-Kelâm, Ed-Dürer-üs-Seniyye, Fitnet-ül-Vehhâbiyye adlı ve daha pekçok kitap yazılmıştır. Vehhâbilik hakkında, birçok Türkçe kitap da neşredilmiştir.


VEHHABİLİK VE VEHHABİLİĞE BAKIŞ AÇISI *

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ahiret yurduna göç etmesinden sonra bir takım ihtilaflar zuhur etmiştir. Bu itilaflar ilk iki halife dönemlerinde yok denebilecek seviyede az iken, Hz. Osman’ın hilafetinin son altı yıllık döneminde artmaya başlamış, Hz. Ali döneminde iyice fazlalaşmıştır. Bunun ardında yatan pek çok neden bulunmaktadır. Bu yazımızda bunlardan söz edecek değiliz. Ancak Hz. Ali’nin zamanında zuhur eden ve ileride işi iyice olumsuz olarak ileri götüren Haricilik cereyanı ve düşüncesi, aradan uzun zaman geçtikten sonra farklı isimler altında tekrar canlandığı söylenilebilir. Kaldı ki, pek çok İslam mezhebi bir müddet yaşayıp kaybolduktan sonra, ileride ya farklı isimler altında ya da en kötü ihtimalle şahıslar bazında fikirlerini bir şekilde devam ettirmiştir. Haricilik düşüncesi de böyledir ve Vehhabilik genel görünüm olarak Hariciliğin bir yansıması olarak değerlendirilmektedir. Mezhep çalışmalarında önemli olan mezhebin görüşlerini artısı ve eksisi ile yansıtmaktır. Ne taraf olup sadece iyi taraflarını ne de muhalif olup tamamen olumsuz taraflarını aktarmaktır. Vehhabilik ile ilgili bu yazıda da yapılan budur.

İki asır kadar önce Arap Yarımadası’nda Necd dolayların­da Muhammed b. Abdilvehhâb (1115-1206) tarafından kurulan Vehhâbîlik, bugün Suûdi Arabistan’ın resmî mezhebi durumundadır. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bazı İslâm ülkelerinde taraftarları vardır.

Pek çok İslam mezhebinde olduğu gibi, “Vehhâbî” ismi de kurucusunun hayatında muhalifleri tarafından ve­rilmiştir. Bugün bu isimle anılmaktadırlar. Vehhâbîliğe, Türk tarihinde “Hâricîlik” hareketi olarak bakılmış ve o şekilde isimlendirilmiştir1. Zira, davranışlarındaki sertlik, gösterdikleri taassub ve kendî inanışlarında olmayanları küfürle suçlamak bakımlarından Vehhâbîlik ile Hâricilik arasında benzerlik bulmak, tabiî karşılanmaktadır.

Bununla birlikte Vehhâbîler, kendilerine “Muvahhidûn” derler ve kendilerini İbn Teymiye’nin açıkladığı şekilde Ahmed b. Hanbel’in mez­hebini devam ettiren Sünnîler olarak görürler. Nitekim onlar, “Biz, îtikâdda Selef, amelde de Hanbelî mezhebindeniz. Esasen Ahmed b. Hanbel, îtikâd hususunda Selef mezhebinin nascı (eseriyye) kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Binaenaleyh biz, amelde ve îtikâdda Hanbeliyiz; Vehhâbî diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdilvehhâb, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir Şeyhülislâm olmaktan başka bir şey değildir” derler. Ancak bunların amelde ve îtikâdda yeni birtakım esaslar kabul ettiklerini, taassuptan kan dökecek derecede ifrata vardıkla­rını, fikir ve vicdan hürriyeti tanımadıklarını, birçok konuda Ahmed b. Hanbel ve İbn Teymiye'den ayrıldıklarını ileri sürenler de vardır. Bu ba­kımdan Vehhâbîliği müstakil olarak ele alınmak durumunda­dır.

Neşet Çağatay, Vehhâbilerin akıl, nakil ve amel konularında kendilerine örnek aldıklarını söyledikleri Selefiyye’nin, Ahmed b. Hanbel’in ve İbn Teymiyye’nin görüşlerini karşılaştırarak sonuçta Vehhâbiliğin ayrı bir mezhep sayılması gerektiğini söyler. Çağatay, Vehhâbilerin temel prensiplerini sayıp açıkladıktan sonra, bunların dışında bazı ferî meselelerde de Ehl-i Sünnet’ten ayrıldıklarını dile getirir bunlar şunlardır: 1- Namazın cemaatla kılınması farzdır ve her müslüman beş vakit namazda camiye gelmek zorundadır. 2- Müslümanlığı ameli tevhid inancına göre yerine getirmeyenlere harp ilan edilir ve bu gibilerin kestikleri kurbanlar yenmez. 3- Zekat vergidir. Hükümetin vergi almadığı kazançlardan da zekat alınmalıdır. 4- Sigara ve nargile içenlere, içki içenlere olduğu gibi kırk değnek vurulur (Neşet Çağatay, “Vehhâbilîk”, İ.A., XIII, 264).

Tarihçe:

Mezhebin kurucusu Muhammed İbn Abdilvehhâb, 1115/1703 tari­hinde bugünkü Riyad şehrine yakın bir köy olan Uyeyne'de doğmuştur”. İlk tahsilini, Uyeyne kadısı olan babasının yanında tamamlayan İbn Abdilvehhab, daha sonra Mekke ve Medine'de okumuştur. Burada İbn Teymiye’nin fikirleri ile temasa gelmiş; oradan Basra’ya gitmiştir. Orada tevhîd konusunda tartışmalarda bulunmuş ve dinin, doğrudan Kur’ân ve Sünnet'ten öğrenilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Daha sonra 1139/1726 yılında Riyad’ın kuzeyindeki Hureymila kasabasına gelmiştir. 1153/1740 yılında, babasının ölümü üzerine, orada “el-Emru bî'1-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Munker” (iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama) prensibini ilân ederek bu fikri Necd bölgesine yayma faaliyetine girmiştir. Hureymila'dan tekrar Uyeyne’ye göçmüş; ve oranın emiri Osman b. Hamd b. Muammer ile dostluk kurmuştur. Hatta onu kendi görüşüne davet ederek, ihlâsla Allah’ın dinine yardım ettiği takdirde Allah’ın onu Necd bölgesinin hâkimi kılacağını söylemiştir. Daha sonra Emîr Osman’a Der’iyye ile Uyeyne arasında küçük bir köy olan el-Cebîle'de bulunan Zeyd b. el-Hattâb (12/634)’ın mezarını, Allah ve Resûlü’nün emirleri dışında türbe haline sokulduğu ve insanlar tarafından ziyaret edildiği; dolayısıyla türbelerin insanların dinden çıkmalarına sebep olduğu için yıkmayı teklif eder ve bu teklifi kabul edilerek oradaki mezar yıkılır ve hatta ağaçlar bile yok edilir11. Böylece İbn Abdilvehhab Uyeyne’nin önem­li bir ismi haline gelir.
Ancak onun fikirlerim zorla kabule mecbur etmesi, halkı korku ve endişeye sevk eder ve Necd’in kuvvetli kabilelerinden biri olan Hâlid oğullarının reisi Süleyman b. Urey’ir’e müracaatla, duruma çare bulmasını isterler. O da Uyeyne emirinden onu öldürmesini veya sürmesini ister. Bunun üzerine İbn Abdilvehhab, Riyad’a çok yakın bir yer olan Der’iyye’ye gelir. Orada emir Muhammed b. Suûd'la anlaşır ve böylece Vehhâbî devletinin temelleri atılmış olur (1157/1744). Bu birleşme ile Muhammed b. Abdilvehhab fikirlerini müdafaa ve yaymak için sağlam bir maddî güç ve destek, Muhammed b. Suûd da bu fikirlerin doğuracağı imkânla kendi nüfuz bölgesini genişletmek ve hâkimiyetini arttırarak Arap Yarımadası’na sahip olmak için iyi bir fırsat elde etmiş olur.

İbn Abdilvehhab, Der’iyye'de “Kitâbu't-Tevhîd” adlı kitabındaki gö­rüşleri yaymaya, insanları şirk ve bid’atlerden kurtularak dine girmeye davete başladı. Kendilerine uymayanları, yani ona göre hak dine girmeyenleri kılıçla yola getirmenin gereği üzerinde durdu. O, insanların dalale­te düştüklerini, mezar ve türbe ziyaretleri, tarikatlara girme ve benzeri işler yüzünden tevhidin bozulduğunu; dolayısıyla onların şirke batmış müşrikler olduğunu ileri sürerek, kan ve malların kendine inanan muvahhidlere helal olduğunu ilan etti.
Bütün bu tedbirler zaten bu nevi işlere müsait olan Necd bölgesi halkına pek cazip gelmişti. Nitekim Necd bölgesi, Hz. Peygamber (s.a.s) devrinde Müslüman olmakla birlikte, çok önceleri Yemen ve Aden, İran ve Hind, Irak ve Şam’ın tesiri altında çeşit­li akidelere sahne olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s)'den sonra Müseylemetü'l-Kezzâb, Secâh, Tuleyha ve Esvedu'1-Ansî gibi yalancı peygamberler yine bu bölgede çıkmıştı. Sonraki dönemlerde muhalif is­yancı gruplar burada görülmüştü. Kısaca isyankâr ruhlu ve yağmacılığa mütemayil idiler ve cehalet yaygın idi. İşte bu anlayıştaki bölge halkına, İbn Abdilvehhâb’ın ganimet vaadeden fikirleri câzib gelmişti. Öyle ya, bir müddet evvel, saldırganlık ve yağmacılıkla elde edilen ganimet, bu defa İbn Abdilvehhâb’ın “Tevhîd dinini” yaymak için cihâd adına kudsiyet kazanıyor ve meşrûlaşıyordu. Böylece bu yeni görüşleri kabul etmeyenler kılıçtan geçiriliyor ve malları, beşte bir ganimet hukukuna göre devlete ayrıldıktan sonra, kalanı savaşanlar arasında taksim ediliyordu. Bize göre bu husus, İbn Abdilvehhâb’ın görüşlerinin çölde revaç bulup taraftar kazanmasının önemli sebeplerinden biri oldu.

Konuyla ilgili işin şu yönüne de dikkat etmek gerekiyor: Vehhâbi meselesinin kökü derindir. Sahabe dönemine kadar gider. Hazret-i Ali (r.a.), Vehhâbilerin ecdâdından ve çoğunluğu Necid halkından olan Hâricîlerle savaşmıştı. Nehrivan'da onlardan pek çoğunu öldürmüştü. Bu durum onları derinden derine yaralamış ve Hz. Ali'nin faziletlerini inkarla ona düşman olmuşlardı. Hazret-i Ali (r.a.) “Şâh-ı Velâyet - Velilerin şahı”  ünvânını kazandığı ve tarikatların çoğunluğu ona bağlanması cihetinden, tarihte Hâricîler ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhâbiler, ileride söz edileceği gibi velâyeti inkar etmişlerdi.

Müseylime-i Kezzâb’ın fitnesiyle irtidâda yüz tutan Necid yöresi, Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) hilâfetinde, Hâlid İbni Velid'in kılıncıyla darmadağan edildi. Bu yüzden Necid ahalisi Hulefa-i Raşidîn'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e gücenmişlerdi. Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlardı. İran’daki eski devlet Hazret-i Ömer'in (r.a.) darbesiyle yıkıldığı ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şiîler Âl-i Beyt sevgisi perdesi altında Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ebû Bekir'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate sürekli intikam niyetiyle saldırmışlardır.

İbn Abdilvehhâb 1206/1792 yılında öldüğü zaman, bu hareketin Muhammed İbn Suûd tarafından zaten başlatılmış bulunan siyâsî cephesi, daha bir ağırlık kazanır. Daha İbn Suûd zamanında başlayan toprak ka­zanma faaliyetleri, onun ölümünden sonra (1179/1766), oğlu Abdülaziz zamanında da sürdürülür. Bu kadar süratle toprak kazanıp Necd'e hâkim olmalarında, şüphesiz Osmanlı hükümet merkezinden uzakta oluşları ve en önemlisi Osmanlı Devleti’nin Rus ve İran savaşları ile uğraşma mec­buriyeti iyi bir fırsattı. Osmanlı Devleti’nin bu zayıf hâlinden istifade ile cür’etlerini alabildiğine artıran Vehhâbîler, Basra Körfezi civarında hâki­miyet kurdukları gibi, Necef’te Şiîlerle geçen bir tartışma sonucu bazı Vehhâbîlerin öldürülmesini bahane eden Abdülaziz b. Suûd, 10 Muhar­rem 1802'de Kerbelâ törenlerine katılan binlerce insanı kılıçtan geçirtir ve Hz. Hüseyin’in türbesi yağmalanır.

Taif Vehhâbîlerce işgal edilir (18 Şubat 1803). Cevdet Paşa, Vehhâbîlerin Taif’e girince yaptıklarını şu sözleriyle dile getirir:

“Vehhâbîler Taif’te buldukları eşyayı ordularına naklederek dağlar gibi yığdılar. Yalnız kitaplara itibar etmeyerek sokaklara attılar. Binaenaleyh Buhârî ve Müslim’in Sahîheyn’i ve hadis kitapları, dört mezhep üzere yazılmış fıkıh kitapları, edebiyat, fünûn ve sâireden binlerce kitap, ayaklar altında sürünür oldu. İçlerinde Mushaflar dahi bulunurdu... Uzun müddet bunca kitap ve muteber eser böyle ayaklar altında kaldı. Malların beşte birini emirleri, geri kalan kısmını da o vahşiler aralarında taksim ettiler” (Târih-i Cevdet, VII, 206 (VII, 262-263).

Tâif, Mekke ve Medine’yi 1803-1806 yılları arasında ele geçiren İbn Suûd, bu illerin halkına, “...Sizin dininiz bugün kemâl derecesine erişti, İslâm’ın nimetiyle şereflenip Cenâb-ı Hakkı kendinizden râzı ve hoşnud kıldınız. Artık âba ve ecdadınızın bâtıl inanışlarına meyil ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yâd ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hz. Peygamber’in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim için salât-u selâm getirmek, mezhebimizce gayr-i meşrudur... Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece “es-Selâmu âlâ Muhammed” diye selâm vermelidir...” (Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, s. 175), gibi gerçekten çılgınca ve fevkalâde cür’etkâr şekilde hitap ermekten çe­kinmez.
İbn Suud, yukarıdaki ifadelerinin yanında Medine halkına şu uyarılarda da bulunmuştur: 1- Allah’a Vehhâbilerin inançları ve kaideleri üzere itaat ve ibadet etmek. 2- Hz. Muhammed’e Vehhâbi imamının tayin ve tavsiye ettiği şekilde riayet etmek. 3- Medine içinde ve civarında mevcut türbe ve yapılı mezarları yıkıp, balık sırtı toprak yığılmış hale getirmek. 4- Muhammed b. Abdilvehhâb’ı Allah’tan ilham alarak mezhep kuran din müceddidi olarak tanımak. 5- Vehhâbi mezhebini kabul etmek istemeyenleri, öldürmek dahil, şiddetli takibata uğratmak. 6- Vehhâbilere kale muhafızlığı verilmesini kabul etmek. 7- Dinî ve siyasî her türlü emir ve yasaklara uymak. (Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, s. 135-136; Neşet Çağatay, “Vehhâbilîk”, İ.A., XIII, 266; Ecer, Târihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, s. 141.)

Artık Vehhâbî devleti, 1811 yılında kuzeyde Haleb'den Hind Okyanusu’na, Basra Körfezi ve Irak sınırından doğuda Kızıl Deniz'e kadar yayılmış bulunuyordu.
Vehhâbîliğin, nihayet esaslı bir dert olmaya başladığını farkeden Osmanlı Devleti ve onun başındaki hükümdarı İkinci Mahmud (1808-1839), işin hallini Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya havale eder. Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arsında Medine, Mekke ve Tâif’i Vehhâbîler’den kurtarır. Daha sonra bizzat kendisi, Abdülaziz b. Suûd’un üstüne yürür. İbn Suûd direnirse de 1814'de ani ölü­mü üzerine Vehhâbîler hezimete uğrar ve nihayet Kavalalı’nın kumandanı İbrahim Paşa, 1818'de Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ile çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderir ve 17.12.1819'da asılırlar. Böyle­ce Vehhâbîliğin ilk dönemi kapanır.

Ancak Suûd hanedanından savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Türkî b. Abdillah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete girişir ve Riyad’ı başşehir yaparak 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehhâbî devletini kurmayı başarır. Daha sonraları birtakım hanedan tartışması olursa da, Suûd ha­nedanından Abdülaziz b. Suûd, 1901’de Vehhâbî devletini ihya eder. Ay­rıca Hindistan-İngiliz hükümetinin sağlam desteğini de sağlayan Abdülaziz b. Suûd, İngilizlerce, 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı bölgelerin mutlak hükümdarı olarak ta­nınır. Bu anlaşmaya göre İbn Suûd'un söz konusu yerlerdeki mutlak hü­kümranlığı kabul edilmekte ve bunların, kendisinden sonra mîras yoluyla oğul ve haleflerine ait olacağı ve hükümdarın hayatta iken seçeceği veli­ahdın, her hususta İngiliz Hükümetinin aleyhtarı olamayacağı, İngiliz Hükümetinin öğütlerine uyacağı ve daha birtakım hususlar tespit edilmiş bulunmaktadır. (Anlaşma için bkz. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Ankara 1957, III, 120-121.)

İngilizlerin de araya girmesi ve Birinci Cihan Harbi’nin hezimetle neticelenmesi üzerine Osmanlı Devleti, 1918 yılı sonlarında Medine'den çekilir. Böylece Vehhâbîler, 1921-1925 yılları arasında Hâil, Tâif, Mekke, Medine ve Cidde’yi ele geçirirler. Abdülaziz b. Suûd, Ocak 1926'da “Necd ve Hicaz Kralı” olarak kabul edilir. 20 Mayıs 1927 tarihinde İngil­tere ile yapılan Cidde anlaşması sonunda da tam istiklâlini ilân eder ve böylece, İngilizlerle yapılan ilk anlaşmanın ağır şartlarından kurtulur. 18 Eylül 1932 tarihinde ise, Abdülaziz b. Suûd, unvanını “Arap Suûdiyye Krallığı” şeklinde değiştirir. Abdülaziz b. Suûd, 4 Kasım 1953 tarihindeki ölümüne kadar, Suudi Arabistan Kralı olarak, daha 1912 yılında kurduğu ve hem siyâsî ve askerî teşkilâtının temelini teşkil eden, hem de zayıflamış bulunan Vehhâbi zihniyetini canlandırmayı başarır.


Görüşleri:
1. Tevhîd
Vehhâbîlik inancını tesis eden Muhammed b. Abdilvehhâb’ın gö­rüşlerinin temelini tevhîd anlayışı teşkil eder. Şirk, bid’at, şefaat ve benzeri görüşlerinin hepsi de tevhide dayanmaktadır.
Ehl-i Sünnet kelâmcılarının büyük çoğunluğuna göre “tevhîd”, Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri yönünden birlenmesi; O’nun her hususta eşi, benzeri ve ortağının bulunmaması demektir.
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm'de şöyle buyurur: “Allah, Kendisine ortak koşmayı ebette bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar. “ (Nisa: 4/48). “Muhammed’e, yüzünü doğuya yöneltmiş alarak dîne çevir, sakın puta tapanlardan olma; Allah’tan başkasına fayda da zarar da veremeyecek olan şeylere yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz zâlimlerden olursun, denildi, Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse, O’nun nimetini engelleyecek yoktur...” (Yunus: 10/105-107).
Ayrıca Resûlullah (s.a.s.), bir hadîslerinde, “Lâilâheillallah diyen ve Allah’tan başka ibâdet olunacak şeyleri inkâr eden kimsenin malı ve kanı haramdır; onun hesabı da Allah’a aittir” buyurur”.
Bu âyet ve hadîsler, tevhidin, Allah’ın birliğini tanımak, inanmak ve ikrar demek olduğunu göstermektedir. Oysa Muhammed b. Abdilvehhâb, “Lâilâheillallâh"ı yalnızca telâffuz etmeyi kişinin mal ve kanı için yeterli bir koruyucu olarak görmemekte, aksine lâfzı ile birlikte anlamını bilme­nin, ikrar etmenin, ortağı bulunmayan tek Allah’a ibâdet etmenin, Allah’tan başka ibâdet olunacak şeyleri tanımadıkça, bu hadîsin insanın malı ve kanı için koruyucu olamayacağını söyler(1). Ona göre tevhîd, kalple, lisanla ve amelle olmalıdır. Bunlardan birisi eksik olursa, insan Müslüman sayılmaz.(2)"

O, bu hususta Câhiliyye devri Arapları’nın davranışlarını misâl gös­terir ve “Resûlullah (s.a.s.)’ın kendileriyle savaştığı müşrikler de Allah’ın birliğine inanıyorlardı... Bunlardan bazılarının gece gündüz Allah’a dua ettiklerini ve bazılarının Allah’a yakınlık veya şefaat niyetiyle meleklere, Lât gibi iyi insanlara veya Hz. İsa gibi peygamberlere dua edip onlardan bir şeyler istediklerini” söyler(3). İbn Abdilvehhâb için, Câhiliyye devri Arapları’nın şirki, bugünkülerin şirkinden daha hafiftir. Bu konuda der ki: “İlk müşrikler, yalnız boş ve kaygısız oldukları zaman şirk koşarlar; me­leklere, evliyaya ve putlara iltica ederlerdi. Şiddet ve sıkıntı anında ise, yalnız Allah’a ihlâsla yönelirler; içreklerini O’ndan isterlerdi. Allah buyu­rur:
"Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah’tan başka yalvardıklarınız, kaybolup gider; fakat O, sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz; Zaten insan pek nankördür.” (İsrâ, 67).
"De ki: Üzerinize Allah’ın azabı gelse veya kıyamet saati size gelip çatsa, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru iseniz Bana bildirin. Hayır, sadece Allah’a yalvarırsınız. 0 dilerse, yalvardığınız şeyi giderir; siz de O’na koştuğunuz ortakları unutursunuz.” (En’am, 40-41).

Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm'de açıkladığı bu mes'eleyi, yani Resûlullah’ın harp ilân ettiği müşriklerin boş zamanlarında Allah’tan baş­kasına iltica ettiklerini, şiddet ve sıkıntı anlarında ise efendilerini unutarak yalnız Allah’a yöneldiklerini ve O’na şirk koşmadıklarını anlayan kimse, zamanımızdaki şirkle eskilerin şirki arasındaki farkı da anlamış olur... İlk zaman müşrikleri Allah’la beraber Allah’a itaat eden, O’nun emrine bo­yun eğen peygamberlere, evliyaya, meleklere ya da taşlara ve ağaçlara iltica ederlerdi. Bunların hiçbirisi Allah’a karşı gelmez. Zamanımız İnsanları ise, Allah’la beraber fâsıkların en şiddetlilerine iltica ederler, onları yücel­tirler. Bunlar, haddi aşanlar, zina yapanlar, hırsızlık edenler, namazı kıl­mayanlar ve benzeri kimselerdir. Salih insana yahut taş ve ağaç gibi Allah’a karşı gelmeyene iltica etmek, fâsıklığı, bozgunculuğu apaçık görülen kimseye iltica etmekten daha hafiftir.(4)”

İbn Abdilvehhâb’a göre tevhîd üçe ayrılır: “İlki Tanrı’nın isim ve sı­fatlarında birliktir; diğeri Rabblıkta tevhîd (Tevhîdu'r-Rubûbiyet)'dir ki, Allah’ın her şeyin Rabbi ve mâliki olduğunu bilmek ve ikrar etmekten ibarettir. Diğer üçüncüsü ise, “Tevhîdu'l-Ulûhiyettir.” Muhammed b. Abdüvehhâb’ın anlattığına göre bu çeşit tevhîdden maksat, kulların fiilleri ile Allah’ın birlenmesidir. Bu, kulun açık ve gizli söz ve eylemlerine taal­lûk eder. Tevhîdu'l-Ulûhiyet, ortağı olmayan Allah’tan başkasına dua ve recada bulunmamak, başkasından medet ummamak, büyük bir melek ve bir Peygamber için bile kurban kesmemektir. Allah’tan başkasından yar­dım isteyen, Allah’tan başkası için kurban kesen ve nezreden kimse kâfir­dir.”

Buna göre Allah’ın emirleri ve Peygamberi’nin Sünnet’i dışında emir ve yasak tanımayarak, Peygamber devrinde olmayan her şeyi (bid’at) ve tevessülü terk ederek Allah’ı birlemeye Tevhid-i Amelî denir. İman ile küfrü ayırt eden amelî tevhîddir. Bu tevhidi yerine getirmeyen, yani Allah’a ortak koşan, tazim ve ibâdeti yalnızca Allah’a tahsis etmeyen, yardım ve mededi Allah’tan istemeyen, O’nun haram kıldığından sakınmayan kimse kâfir ve bu gibilerin malları ve canları helâldir ve “hakiki muvahhidlerin, bu müşriklerin üzerine hücum ile bunları katil ve mallarını yağ­ma etmeleri helâldir.”

Böylece İbn Abdilvehhâb, bu mes'eledeki sert ve katı tutumuyla Haricîleri taklîd etmiş olmaktadır19. Bilindiği gibi Haricîler de, Vehhâbîler gibi, amel’i îmâna dâhil sayarak namaz, oruç, hac ve benzeri emirleri yeri­ne getirmemeyi küfür kabul ederler. 20 Mayıs 1802 (17 Muharrem 1217) tarihli Hatt-ı Hümâyunda özetlendiğine göre Vehhâbîler amelin îmânın bir parçası olduğu hususunda İbn Teymiye’ye uyarlar ve onlara göre farz olanları tembellikle veya inkar için terk eden kimse kâfirdir, mal ve kanla­rı helâldir20. Nitekim Vehhâbîler, amelin îmânın bir parçası olduğuna inandıkları için, farzlardan birini terk eden kimseyi dinden çıkmış olarak görmüşler ve kendilerinden olmayan kendileri gibi davranmayan Müslümanları müşrik saymışlar, dolayısıyla malları ve canlarının kendileri için helâl olduğunu kabul etmişlerdir21.

Ehl-i Sünnet, “tevhîd"i, İbn Abdilvehhâb’ın anladığı şekilde fevka­lâde dar kalıplar içinde ele almamış ve onun gibi keyfî yorumlara gitme­miştir. Bu anlayışıyla o, Ehl-i Sünnet'ten uzaklaşmış olmaktadır. O kadar ki, “...amelde ve îtikâdda Hanbeliyiz...” dedikleri halde, Ahmed İbn Hanbel'den de ileri gitmişlerdir. Nitekim Ahmed İbn Hanbel'e göre îmân, hem söz hem de ameldir, îmân iyi amellerle artar, kötü amellerle eksilir. İnsan, kötü amellerle îmândan çıkar; ama tövbe edince yine îmâna döner, Allah’a şirk koşan, farzlardan birini inkâr eden kimse İslâm'dan çıkar. Tembellik sebebiyle, farzlardan birini terkeden kimse ile ihmal eden kimsenin durumu, Allah’a kalmıştır; O, dilerse bağışlar, dilerse azab eder22. İbn Hanbel'e göre, îmân, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve organlarla ameldir. İslâm ise, tasdik ve ikrardan ibarettir. Bu sebepten Allah’a şirk koşmamak, Kur’ân ve Sünnet'te sabit bir emri inkâr etmemek şartıyla, amelde bir ihmal olursa İslâm'dan çıkılmış olmaz. Küfür ise şirk ve in­kârdır(5). Oysa İbn Abdilvehhâb ve dolayısıyla Vehhâbiler, ameli yerine getirmeyeni imansızlıkla vasıflandırmakta ve böylece Müslümanların cumhurunun görüşlerinden uzaklaşmış olmaktadırlar.


2. Şefaat
Şefaat, birinin bağışlanmasına delâlet etme anlamına gelir. İbn Abdilvehhâb, şefaat konusundaki görüşlerinde İbn Teymiye’yi takib eder ve delil olarak Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyetlerini gösterir:
"Rablerine toplanacaklarından korkanları Kur’ân’la uyar. O’ndan başka bir dost ve aracı (şefî') yoktur..” (En’am, 51).

"O’nun izni olmadan katında şefaat edecek olan kimdir?” (Bakara, 255).
"Allah katında, kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez...” (Sebe', 23). "De ki: Bütün şefaat Allah’ın iznine bağlıdır...” (Zümer, 44).

"Allah dilediğine ve hoşnud olduğuna izin vermedikçe göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz.” (Necm, 26).

Ehl-i Sünnet mezheplerinin hepsi de, şefaatin Allah’a ait ve Allah’ın izniyle olacağını söylerler. Bunun böyle olması da tabiîdir; çünkü O, her şeyin Sahibidir, Mâlikidir, Dileyenidir. Ancak yine Ehl-i Sünnet, Hz. Pey­gamber ve sâlih kulların şefaat haklarının bulunduğunu da kabul eder. Gerçi İbn Abdilvehhâb da, Hz. Peygamberin şefaatinin bulunduğunu kabul eder ve O’nun şefaatini beklediğini söyledikten sonra, “Fakat şefaa­tin hepsi aslında Allah’ındır” der ve şöyle devam eder: “Şu halde, şefaati Allah’tan iste ve şöyle de ‘allahım beni onun şefaatinden mahrum et­me... Allahım, onu bana şefaatçi kıl...’ Eğer, Hz. Peygamber’e şefaat izni verilmiştir; ben de ondan Allah’ın kendisine verdiğinden istiyorum, derse şu cevabı ver: “Allah ona şefaati vermiş ve seni bundan nehyetmiştir. Zira buyurmuştur ki: Allah’la beraber kimseyi çağırmayım...” (Cin, 18). Şayet Peygamberi’ni sana şefaatçi kılmasını istiyorsan, O’na itaat et ve emrine uy. Yine peygamberlerden başka, meselâ meleklere, velilere, küçük iken vefat eden çocuklara şefaat izni verilmiştir. Bu durumda sen, Allah onlara şefaat izni vermiştir; ben onu onlardan isterim, diyebilir misin? Şayet evet dersen; Allah’ın Kitâbı’nda zikrettiği iyi insanlara ibâdet mefhûmuna dönmüş olursun. Hayır, dersen, Allah, şefaat iznini (asıl metinde izin ke­limesi yoktur) ona vermiştir; ben de Allah’ın kendisine verdiğinden istiyorum, şeklindeki sözünü çürütmüş olursun.(6)"

Ona göre, “Cenab-ı Allah da müşriklerin Allah’ın varlığına inandık­larını; fakat meleklere, peygamberlere, velîlelere sarılıp, işte bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçimiz, diyerek küfre gittiklerini beyan eder... Şayet derlerse ki, kâfirler doğrudan doğruya onlardan istiyorlar; halbuki biz, fayda ve zarar temin edenin, işleri idare edenin yalnız Allah olduğuna inanıyor, şahadet ediyoruz. Ve biz her şeyi yalnız kendisinden istiyoruz. Salih İnsanlar, hiçbir şey yapamazlar; fakat biz onlara yöneliyor ve şefaat­lerini Allah’tan bekliyoruz. Onlara de ki, bu, tıpatıp kâfirlerin sözüdür.(7)”

Bu noktadan itibaren, İbn Abdilvehhâb’a göre şefâatla bir arada mütâlâa edilen tevessül konusu ortaya çıkar.

Tevessül
Tevessül, bir şeyi vesile, aracı kılmak demektir. Vesile ise, kendisiyle başkasına yaklaşılan şey anlamına gelir. Oysa “Bu zamanda İslâm ve sün­nete mensub olanlar bilsin ki, birçok sebeplerden dolayı İslâm'dan çık­maktadırlar. Bunlar bazı şeyhler, Ali b. Ebî Tâlib, Mesîh hususundaki aşırılıklardır... Meselâ, ey filân efendim bana yardım et, benim elimden tut, bana rızk ver... ve benzeri sözler. Bunların hepsi de şirktir ve sahibi­nin tövbe etmesini gerektirecek sapıklıktır. Tövbe ederse ne âlâ; aksı hal­de öldürülür... Kendisi ile Allah arasına, kendisine tevessül edeceği, onla­ra yalvaracağı ve onlardan yardım isteyeceği vasıtalar koyan kimse, icmâen küfre girmiştir.(8)”

Vehhâbîlerin, bu görüşleriyle sâlih kişiler ve evliyayı kastettikleri açıktır. Onlara göre, “tasavvuf İslâmi olmayan bir bidattir... Tarikat ise, başkalarını istismar etmek için bir vasıta ve mürşidin kendisini vesile itti­haz ettirmesine bir yoldur... Mutasavvıfanın mükâşefe dedikleri şey ta­mamen asılsızdır. Başkalarının kendi yoluna intisab etmelerini istemesi ise, din içinde din ihdas etmektir.(9)“ Onlara göre, “Müslümanlar arasında, velilerin hayatta iken de, ölümlerinden sonra da tasarruf sahibi oldukları­na inanıp himmetlerini dilemekte ve onlara tevessül etmekte olanlar var­dır. Kabirlerine gidip, kerametlerini delil göstererek dilekleri için yalvar­maktadırlar. Onların gavs, kutup, abdal, kırklar, yediler, üçler gibi merte­belere ayrıldıklarını ve bunlara nezretmek ve kurban kesmenin caiz oldu­ğunu söylemektedirler. Bu sözler tam anlamıyla ifrattır. Bu söylerde ebedî helak oluş ve azab vardır... Bunlar Kitâb, imamların akideleri ve ümmetin icmâina muhaliftir. Kur’ân-ı Kerîm'de, “Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra Peygamber’den ayrılıp inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.” (Nîsâ, 115) buyurulur. Evliyanın hayatlarında ve Ölümlerinden sonra ta­sarruflarının bulunduğu hakkındaki sözleri de, Yüce Allah’ın “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Allah her şeye. kadirdir.” (Âl-i İmrân, 189) âye­tini reddeder; çünkü Allah, yaratma, tedbir, tasarruf, takdir hususunda, tekdir... O halde Allah’tan başkasına yalvarmak küfürdür, şirktir ve sapıklıktır(10).

Vehhâbilerin büyük imamlarından meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme'l-Cevzî gibi zatlar, Muhyiddin-i Arabî gibi büyük evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güya Ehl-i Sünnetin mezhebini Şiilere karşı Hazret-i Ebû Bekir'in Hazret-i Ali'den faziletini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali'nin kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî gibi çok evliyâyı inkâr ve tekfir ediyorlar. 

Muhammed b. Abdilvehhâb’in şefaat ve tevessül konusunda da, Ehl-i Sünnet’in anlayışından farklı bir anlayışa sahip olduğu açıktır. Şöyle ki, Ehl-i Sünnet, şefaatin elbette Allah’a ait ve ancak O’nun izni ile olaca­ğına Hz. Peygamber’in büyük ve küçük günah işlemiş mü'minlere şefaa­tinin hak olduğuna inanır ve şefaat, Kitâb, Sünnet ve icmâ ile sabittir, der.
Ayrıca Vehâbîlerin, tevessülü ibâdet şeklinde anlayarak karşı çık­maları da yanlıştır; çünkü ibâdet, Allah’a tarifsiz bir inanç ile boyun eğ­mek, kulluk etmektir. Tevessül ise, bir şeye yaklaşmak, aracı kılmaktır. Görülüyor ki tevessülde, kesinlikle ubûdiyyet, yani kulluk bulunmamakta ve belki samimi bir hürmet söz konusudur. Bu hususta ashabın Resûlullah’a tevessülü, bizzat O’nun başkaları için Allah’a tevessülü ve vefatlarından sonra da O’nun ve sâlih kişilerin aracı kılınması, Ehl-i Sünnet’in tamamen benimsediği ve üstelik bütünüyle Kur’ân’ın ruhuna uygun bir davranıştır(11).

Tasavvuf hakkındaki gayr-i ciddî ve mesnetsiz iddialarına gelince... Tasavvuf için burada uzun açıklamalara ihtiyaç hissetmiyoruz; çünkü tasavvuf, her şeyden önce İslâm’ın özü ve ruhu demektir, özsüz ve ruh­suz dîn olmayacağına göre, İslâm'da tasavvufun olması fevkalâde tabiîdir. Kaldı ki mutasavvıflar, bu öz ve ruhun izahını yapmaktan başka bir gaye­yi benimsememişlerdir. Onların bütün hedefi Kur’ân ve Sünnet’in, nefsânî arzulara göre değil, ilâhî irâdeye göre izahı ve yaşanmasıdır. Allah’ı görüyormuşçasına ibâdet etmek ve O’na bağlanmak, aslında, İslâm’ın tam anlamıyla içinde olmak demektir. Bu bakımdan, Vehhâbîlerin, tasavvufun İslâmî olmadığı yolundaki sözleri, baştan sona bâtıldır. Tasavvufun İslâmî olmadığını söyleyebilmek, her şeyden önce İslâm’ın, yani Kur’ân ve Sün­netin “künhüne” nüfuz edememek ve bunları, vazgeçilmez hayat unsurla­rı olarak bünyeleştiremeyip iğreti mal gibi görmek demektir. Tasavvuf, insanı Kur’ân ve Sünnet’in temet hedefi içinde en iyi, en güzel ve en mü­kemmel şekilde anlamış ve böylece onun, Allah’la, kendi kendisi ve diğer insanlara münasebetini fevkalâde yüksek bir seviyeye yükseltmiştir. İlim­lerin medresesiz düşünülemeyişi gibi, tasavvufun da tekkesiz düşünülmesi mümkün değildir. Bu bakımdan dinin yayılışında ve özellikle bizim tari­himiz açısından, Anadolu’nun İslâmlaşmasında mutasavvıfların ve tekke­lerin gördükleri büyük hizmeti hiç kimse görmezlikten gelemez. San’at, musikî, edebiyat, ahlâk, cesaret, doğruluk hususunda en mükemmel ör­nekleri sunan tekke, aynı zamanda “halka hizmet Hakka hizmet demek­tir” anlayışını kitlelere cömertçe sunmuş ve İslâm’ı yaşanan ve yaşayan bir ahlâk ve nizam hâlinde teşahhus ettirmiştir. Bütün müesseselerimiz gibi, tasavvuf ve tekkenin de, içinde yaşadığı cemiyetin şartlarından tecrit edilmesi elbette düşünülemezdi. Cemiyetin diğer müesseselerinde görülen duraklama, gerileme ve hatta çöküş, tekkelerde de görülmüş; bir zamanla­rın bu canlı ve şuurlu kuruluşları, cehalet ve atâletin pençesine düşmüş­tür. Bir müessesenin belli bir devresindeki hatalı tatbikata takılarak, onu bütünüyle kötülemeye kalkışmak, ancak cehaletin ve hatta bu muhteşem kuruluştan korkunun bir tezahürü değil de nedir? Aslolan İnsanın dâim Allah’ın huzurunda olduğunun şuuruna ermesidir; bunun pratiğini veren de tasavvuftur, tekkedir.

Burada tasavvuf, tekkeler ve velîlerin, Vehhâbîler karşısında savun­malarını yapacak değiliz; çünkü onların, büyük geçmişleri ile buna kesin­likle ihtiyaçları yoktur. Onlar, başkaları ne derlerse desinler, “Sen de sabah-aksam Rablerinin rızasını isteyerek O’na yalvarmakla beraber sakın (onlarla birlikte bulunmağa candan sabret). Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Kalbine bizi anmayı unutturduğumuz ve işinde aşın giderek hevâ ve hevesine uyan kimseye uyma” (Kehf, 28) emrince, kendilerini Allah’a, şeklen değil, asıllarıyla, yani kalben bağlamanın yüceliğine ermiş bahtiyarlar kafilesidir.

3. Bid’at:
İbn Abdilvehhâb, bid’at konusunda tamamen İbn Teymiye’ye uyar ve hatta ondan da aşırı gider. Ona göre, “Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sünnetinde bulunmayan bir şeyi (bid’at) ortaya koyan kimse mel'undur ve ortaya koyduğu şey de reddedilir.” Nitekim “Sahîh hadîslere göre Resûlullah (s.a.s.) da, ‘Her yenilik bid’attir ve her bid’at sapıklıktır’ bu­yurmuştur” diyen Muhammed İbn Abdilvehhâb, bu hususta Ahmed b. Hanbel’in şöyle söylediğini nakleder: “(Hadîsleri) Senetlerini ve sıhhatini bildikleri halde Sufyân es-Sevrî (v. 161/777)’nin görüşlerine uyan topluluklara doğrusu şaşıyorum. Oysa Yüce Allah şöyle buyuruyor: “...O’nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar” (Nur, 63). Muhammed İbn Abdilvehhâb devamla, “Fitnenin ne olduğunu biliyor musun? Fitne, şirktir” der(12).

İbn Abdilvdıhâb’ın torunu Abdurrahman b. Hasan, Ahmed ibn Hanbel’den rivayet olunan bu görüşün açıklamasında ayrıca, İbn Abbâs’ı delil göstererek, “Allah’ın sözüne uymayan ve Nebî (s.a.s.)'den başkasını ileri süren bizden değildir” der. Onlara göre Kitâb ve Sünnet'te olmayan her şey, yani bid’atler, sa­pıklık alâmetidir. Ayrıca “akâid konusunda kelâmcıların, helâl ve haram konusunda fakîhlerin sözleri delîl olamaz.”
İbn Abdilvehhâb’ın en korkunç ve hattâ şîrk olarak gördüğü bid’atlerin başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Onların bu hususta ne derece haşin oldukları, daha Uyeyne'de Zeyd b. el-Hattab’ın mezarını yıkışlarında görülmektedir. Bu yüzdendir ki onlara, bir kısım yazarlarca “Mâbed Yıkıcıları” adı bile verilmiştir(13). Nitekim Dr. A. Vehbi Ecer, Vehhâbîlik cereyanına hayranlık duyan Ahmed Emin'den bu konuda şu nakilde bulunur(14): “Müslümanların Vehhâbîlere nefretini ge­rektiren bir husus vardır. O da Vehhâbîlerin istilâ ettikleri bir ülkede fikir­lerini zorla yerleştirmeye çalışmaları. İnsanların davetlerine inanmalarını beklemeleridir. Mekke’ye girdiklerinde eserle ilgili birçok kubbeler (türbe­ler) yıktılar: Hz. Hatice’nin türbesi, Peygamberimizin ve Hz. Ebû Bekir’in doğduğu evlerin kubbeleri, bunların yıktığı kubbelerin başında gelir. Me­dine’ye girdiklerinde ise, Allah Rasûlü’nün kabri üzerinde bulunan birçok ziynet ve süsleri kaldırdılar. Bütün bu davranışlar, Müslümanların gazabı­na ve onların şefkatlerinin yaralanmasına sebep oldu. İnsanlardan bazısı, tarihî eserlerin kaybolmasına üzüldü... Bazıları İslâmî şefkatin sembolü olan Peygamber’in mezarının süslerinin yok oluşu için üzüldü. Böylece Müslümanların gazabını gerektiren sebepler değişti.”
İbn Abdülvehhâb’ın mezarlarla ilgili görüşleri, tamamen İbn Teymiye'den gelmektedir. Onlar, Hz. Peygamber’in, “Şu üç mescidden başkası için (sevap umarak) yolculuğa çıkılmaz: Mescid-i Haram, şu be­nim mescidim ve Mescid-i Aksa”; “Allah, Yahudilere ve Hıristiyanlara lanet etsin. Bunlar peygamberlerinin mezarlarını mâbed yaptılar.”; “Allahım! Mezarımı ibâdet edilen bir put kılma. Peygamberinin kabirleri­ni mescid ittihaz edenlere, Allah’ın azabı çok şiddetli olur” mealindeki daha birçok hadîsini delil getirerek, mezarlarda ibâdet edilmesini şirkle aynı seviyede görmüşlerdir. Hatta onlara göre, İbn Teymiye’nin görüşleri istikametinde, şirk koşmak için olmasa bile, mezarda namaz kılmak, Allah ve Resûlü’ne isyan etmek, dine karşı gelmektir ve bunlar en büyük şirk, en korkunç bid’attir(15). 

Ayrıca Hz. Peygamber’in “Evlerinizi mezarlık haline getirmeyin; kabrimi bayram yeri kılmayın. Bana salâvat getirin; çünkü salâvatınız nerede olursanız olunuz bana erişir” hadîsine göre, sevab umarak Hz. Peygamber’in kabrini daha ziyaret edip orada ibâdette bulunmak yasaktır; şirke vesile olur. Mezar ziyareti, aynı zamanda puta tapıcılığa da vesîle olabilir; çünkü puta tapıcılık mezar ziyaretinden çıktığı gibi, Yahudi ve Hıristiyanlar da sırf bu yüzden sapılmışlardır. Mezarlar üzerine yazı yazdırmak, türbe yaptırmak ve saire de şirk ve ilhâda vesîle olan en kötü fiillerdir. Bu sebepten mezar ziyareti ve türbe yapımı, ne şekilde olursa olsun, kesinlikle yasaklanmalıdır. Böylece ölülere niyaz, tevessül, müneccimlere, kabirlere ve falcılara inanmak tamamen bid’attir.

Peygamber’in hâtırasını ta'zîz, hırka-i şerif, sakal-ı şerif ziyaretleri, bir bakıma Allah’tan başkasına tapmaktır; dolayı­sıyla şirktir. Delâil-i Hayrat okumak yasaktır; çünkü bu, Peygamber’e ibâ­det mahiyetindedir. Hz. Peygamber’e salâtü selâm getirilir; ancak bunu bir ibâdet hâline getirmemek, “Seyyidunâ ve Mevlâna” dememek şarttır. Bu sebepten makam ile ezan okumak, Ramazan, Cuma ve kandil gecele­rinde, ezandan önce veya sonra tesbîh çekmek ve dua etmek de bid’attir.
Vehhâbîler, bid’attir diye birçok mübah olan şeylere hücum etmiş­ler, yasaklamışlardır. Meselâ mevlîd toplantıları bunlardan biridir. Buna göre mevlîd okumak, okutmak, sünnet ve nafile namazları kılmak da Vehhâbîlerin yasakladıkları şeyler arasındadır(16).

Nazar değmemesi için nazar boncuğa taşımak, muska takınmak, ağaç, taş ve benzer şeyleri kutlu saymak, Allah’tan başkası için kurban kesmek, Allah’tan başkası için adak adamak, belanın, hastalığın yok ol­ması, güzel görünmek vesaire için boncuk, ip, hamaylı ve benzeri şeyleri takınmak, sihir, büyü, yıldız falı ve benzeri şeylere inanmak, sâlih kişi­lere, evliyaya saygı gösterip Allah’tan başkasından niyaz, dua ve yardım dilemek bid’attir, şirktir.
Vehhâbîlere göre, Allah’a şirk koşmanın gizli ve manevî olanı da vardır. Riya olarak namaz kılmak, sofuluk etmek bu nevîdendir; çünkü bu işler, Allah’tan başkasına gösteriş için yapılmaktadır. Bir kimsenin sâlih adam gibi görünerek menfaat sağlaması da şirktir. Dehre, havaya, rüzgâ­ra sövmek şirktir.
Camilerin süslenmesi kubbe ve minare yapılması, Hz. Peygamber zamanında olmadığı için bîd’attır. Ayrıca namazların yalnız kılınması da yasaklanmıştır. Beş vakit namazın cemaatle kılınması farzdır. “Namazı terk eden kimse kâfirdir ve onlar hakkında dinden çıkmış (mürted) hük­mü verilir.(17)” Namazın cemaatle kılınması mecburîdir. “Meşru bir özrü olmaksızın cemaatle namaz kılmayıp münferiden namaz kılanların Ehl-i Sünnet ve'1-Cemâat'ten hariç Şiîlere teşbih olunması, şiddetle kötülenme­si ve suçlanması” ve cami imamlarının, namazların sonunda cemaatın teker teker yoklamasını yapıp ihmalde bulunanlara, üçüncü defa tekerrürü halinde ta'zîr cezasının verilmesi, Vehhâbîlerin davranışları arasındadır.

Tütün ve kahve içmek İbn Abdüvehhâb’a göre çirkin ve kötü şey­lerdendir. Sigara ağzın tadını bozar, çirkin koku sebebiyle soğan ve sarım­sağa benzer, üstelik insana da zararlıdır ve hiçbir faydası yoktur. Bu sebepten sigara veya nargile içenlere, sarhoşluk için olduğu gibi kırk değ­nek vurulur. Ancak Vehhâbîlerin bugün tütün ve nargile konusundaki yasağı sürdüremedikleri görülmektedir.

Vehhâbîlere göre, bir başka bid’at de delillerle ilgilidir. Onlara göre kesin delil Kur’ân'dır. Kütüb-ü Sitte denen altı hadîs kitabındaki dirayet ve rivayet yönünden sabit olan hadisler de delil olur. Şiîlerin, kelâmcıların, mutasavvıfların, ahlâkçıların dayandıkları hadîsler mutlak surette mevzu­dur, delil olamaz. Kur’ân ve hadîse dayanan icmâ ve ictihad muteberdir; başkası geçerli olmaz. Aklın delil olması söz konusu değildir. Kur’ân ve Sünnet zahirî anlamlarıyla değerlendirilir ve anlaşılır. Bu mânâda müteşâbihler de delildir; ancak zahiri ile ele alınır, ona göre mânâlandırılır. Bu işte aklı ve te'vîli işe karıştırmak bid’attir, küfürdür”.
Allah’ın zâtı ve sıfatlan ile ilgili Kur’ân-ı Kerîm'de geçen âyetler, Vehhâbîlere göre, olduğu gibi alınmalı; ister muhkem ister müteşabih olsun, zahirlerine göre mânâlandırılmalıdır. Ümmet’in selefi, Allah’ın zât ve sıfatlarını bildiren müteşâbihleri te'vîle yanaşmamışlar ve onlar Allah’ın Kendini vasfettiği ve Resulü’nün de O’nu sıfatlandırdığı vasıfların varlığını temsil ve ta'tîle yanaşmaksızın kabul etmişlerdir. Te'vîl bid’at ehlinin işidir. İbn Abdilvehhâb’ın, Allah’ın zâtı ve sıfatları konusunda Ahmed İbn Hanbel’i taklîd ettiği aşikârdır. Müteşâbihlerin ve Allah’ın sıfatlarının, zahir mânâlarıyla olduğu gibi kabul edilmesi, Allah’ı cisimlen­dirmek demektir. Ehl-i Sünnet bilginleri, bu hususta Allah’ın sonradan olanlara benzemediğini ve dolayısıyla Allah’ın sıfatlarıyla ilgili müteşabih hükümlerin te'vîl edilmesinin, Allah’ı teşbih, tecsîm ve ta'tîlden tenzih için caiz ve hatta zarurî olduğunda birleşmişlerdir(18).

Görüldüğü gibi, Vehhâbîlerîn şirk olarak gördükleri bid’atlerden çoğu, aslında göreneklerden kaynaklanan ve dinin aslı ile ilgileri bulun­mayan davranışlardır. Bunların, insanların psikolojik dünyalarının tabiî bir tezahürü olarak görülmeleri gerekir. Öte yandan Vehhâbîlerin mezar zi­yaretine karşı çıkmaları, tamamen dayanaksızdır; çünkü Resülullah (s.a.s.), kabir ziyaretlerinde bulunduğu gibi, ashâb ve selef de, İslâm’ın başlangı­cından günümüze kadar kabirleri ziyaret etmişler ve ta'zimde bulunmuş­lardır. Elbette kabirleri tapınılacak makam hâline getirmek haramdır. An­cak unutulmamalıdır ki, İslâm'da “ameller niyetlere göredir.” Hiç kimsenin bir kabri ziyareti sırasında duyduğu huşu ve ta'zîmi, şirk olarak değerlendir­meye hakkı olmaması gerekir; çünkü ziyaret, İslâm'da, Allah adına yapılan bir iştir ve mü'minler de kime taptıklarını bilirler, vasıta ile gayeyi birbiri­ne karıştırmayacak derecede îmân salâbetine sahiptirler. Hâsılı dîne ve imâna, mü'minlerin masum davranışlarına onların gözüyle bakmak, her şeyden önce Kur’ân ve Sünnet’in esas aldığı gayeyi anlamamak ve insanlı­ğın dini olan İslâm’ı basit bir kabile dini haline sokmaktan başka ne ile izah olunabilir?

4. el-Emru bi'l-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Münker:
“İyiliği emredip kötülüğü yasaklama”, bütün İslâm mezheplerinin benimsediği bir Kur’ân emridir. Ancak bunun anlaşılma tarzı, mezhepler arasında farklılık arz etmiştir. Ehl-i Sünnet, bu hususta, insanlar arasında nifak doğurmamak, karışıklığa sebep olmamak için makul olan yolu be­nimsemiş ve bu işi, her Müslümanın şartlarına uyarak yerine getirmesini istemiştir. Ayrıca Ehl-i Sünnet bu hususta, “Allah’ın Resulü üzerine düşen, ancak tebliğ etmektir...” (Mâide, 99) emrini esas almış ve zora başvurmadan yumuşaklık ve gönül hoşluğu ile, haram ve vâcib olan emir ve yasakları yerine getirmeye; mükellefe hatırlatmaya çalışmıştır”.

Haricîler ve günümüzde yaşayan kolu İbâdiyye ise, bu görüşü, İs­lâm’a davet adı altında Müslümanlarla savaşmak şeklinde ele almışlar ve bu anlayışlarıyla, Vehhâbîlere tam bir örnek olmuşlardır. Öyle ki, Vehhâbîler, Kur’ân ve Sünnet’in dışındaki her yeni şeyi Bid’at saydıkları ve bid’atlere kapılmış olanlarla savaşmanın Kur’ân-ı Kerim’in, “Siz, insan­lar için ortaya çıkarılan doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz” (Al-i İmrân, 110) âyetine göre zarurî olduğuna inan­dıkları için, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara karşı kılıç kullan­maktan çekinmemişlerdir(19).

Nitekim Suûd'un daha önce sözünü ettiğimiz, Medine’yi zaptedişi üzerine yaptığı “İslâm’ın nîmetiyle şereflenip Cenâb-ı Hakkı kendinizden razı ve hoşnut kıldınız; artık âba ve ecdadınızın bâtıl inanışlarına meyl ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yâd ve zikirden kaçının; ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hocaların derslerine devam ve her ne mev’iza ve mesele takrir ve tasvir ederler ise, mucib ve muktezâları üzere amel ve harekete gayret ve sebat ederler; şayet içinizden biri muhalefet gösterir ve itiraz ederse, cümlenizin malları, eşya ve hayatı askerim için mubahtır” şeklindeki konuşmasında, “emr-u bi'l-ma'rûf’ anlayışının izleri görülebilir.
"İyiliği emir, kötülüğü yasaklama” anlayışının, her türlü bid’ati içine alır şeklinde tatbiki, Vehhâbîleri fevkalâde katı ve zorbaca tedbirlere sevk etmiş; Müslümanları, son asırda, Harici zihniyetinin tipik tezahürleri ile bunaltmıştır. Nitekim bu hususta Kâtib Çelebi (v.1659) şunları söyler: “Bid’atler, halkın arasında bir töreye ve âdete dayanır. Bir bid’at, bir hal­kın arasında yerleşip oturduktan sonra, artık şeriatın beğendiğini buyurup istemediğini yasaklamak (el-Emru bi'l-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Münker) işidir diye halkı yasaklayıp ondan döndürmek arzusunda olmak büyük ahmaklık ve bilgisizliktir. Halk, alışıp âdet edindiği işi, eğer (ister) sünnet, eğer (ister) bid’attir, bırakmazlar. Meğer elinde kılıç biri çıkıp da hepsini kılıçtan geçirsin. Meselâ itikâdda olan bid’atler için Sünnî padişahlar nice vuruş-kırış ettiler, fayda vermedi. Amel işlerinde olan bid’atler hakkında da her çağda şeriatı bilen ve başta olan dindarlar ve vaizler nice yıllar kendini verip halkı bir bid’atten döndüremediler.”

"İmdi, halk âdetini bırakmaz, her ne ise, Allah’ın istediğine göre sü­rülür gider. Ancak, başta bulunanlara, İslamların düzenini korumak ve İslâmlığın şartlarını ve esaslarını halk arasında saklamak lâzımdır. Vaizler, genel olarak halkı Sünnete rağbetlendirmek ve onları bid’atten uzaklaş­tırmak yolunda yumuşaklıkla va'z ve nasihatla yerinince üzerine düşen vazifeyi yapmış olurlar. Allah’ın elçisi üzerine düşen ancak bildirmektir (Mâide, 99). Tutmak halka kalır, güçle tutturmak olmaz. Kısacası, bu yol­da derinleşmek ve incelemek faydalı değildir.
Zira, Peygamberimizin zamanından sonra gelen devirlerde, her çağın halkı hallerini Sünnete uydursalar ve araştırsalar, Sünnetten çok uzak­laşmış bulunurlar. İnsaf edip herkes kendini yoklasa, Sünnete uymakla hiç ilgisi bulunmaz. Çoğu zamanlarda çıkan istek ve sözler hiçbir yolda bid’attan sıyrılmış değildir.”

"İmdi, ümmetin şefaatçisi -Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun- olan Hazret'ten (Muhammed Mustafa) niyaz ederiz ki, bu zayıf ve çaresiz ümmetin bid’at suçlarının çokluğuna bakmayıp Allah’a îmân etmiş ve O’nun birliğini kabul etmiş olduklarından dolayı şefaati gerektirsin ve suçlarının bağışlanmasına sebep kılsın. Yoksa Sünnete tam tamına riâyet edip uymak istenirse hal müşkildir. Bu aykırılık, zamanın ve mekânın başkalığından lâzım gelir. Aslı şehir hayatı ve toplu halde yaşamak kaide­sine dayanır.(20)”

5. Vehhabiliğin Dini Anlayış Şekilleri:
Vehhâbîlik, doğuşundan bugüne kadar, çok değişik şekillerde tavsif edilmiştir. Bir kısım yazarlar, onun “modernist” bir hareket olduğunu “İslâm reformunu”, “Yenilik ve hürriyeti” temsil ettiğini söylemişlerdir. Bu arada çoğunluk da Vehhâbîliğin Hanbelilik ile Hâricîlik karışımı bir mezhep olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Maamafih “Vehhâbîlik, Zâhiriyye, yani âyetleri mecazî anlamlarına göre yorumlamayıp olduğu gibi kabul eden bir mezhepten doğmuştur" diyenler de vardır.

Ancak Vehhâbîlik, ne şekilde görülürse görülsün, aşikâr olan cihet şudur: Vehhâbîler, diğer bütün İslâm mezhepleri gibi Kur’ân ve Hadîsi temel kaynaklar olarak görmekle beraber, onları anlayıp tatbik etme husu­sunda onlardan ayrılmış ve yalnızca İbn Abdilvehhâb ve kendilerince muteber sayılan kimselerin görüşlerine bağlı kalmışlardır. Ancak bu hu­susta da, kendilerinin itimat ettiği kimselere tam bir bağlılık söz konusu değildir. Çünkü dinde onların sözleri de görüşleri de kesin bir delil ola­maz. Kesin delil, ancak Kur’ân ve Hadîsin, te'vîlden uzak zahirî hükümle­ridir. Bu bakımdan Allah ve Resûlü’nden başka, haramı haram, helâli helâl kılacak yoktur; çünkü Kur’ân ve Sünnet, uyulması gerekli bütün kanunları koymuştur. Kanun koyma ve ahkâm çıkarmada akla ve te'vîle yer yoktur. Kur’ân ve Sünnet'te belirtilen hususların zahirine sımsıkı yapışılır ve hiçbir mezhebe bağlanmadan her şey Kur’ân’ın zahirinden çıkardır. Kur’ân-ı Kerîm kesin delildir. Rivayet ve dirayet yönünden sabit olan hadîsler de delil olur. Müteşâbih âyetler de delildir; ancak bun­lar te'vîl edilmeksizin zahirlerine göre hükmolunur. Bunları te'vîl ederek tefsirde bulunmak küfürdür. Bu yüzden Allah’ın sıfatları hakiki sıfatlardır. Gerek zât, gerek sıfatlar hakkındaki âyetler, olduğu gibi kabul edilir. Bunlardan teşbih mânâları çıkacak diye zahiriyle anlam vermekten kaçınmak doğru değildir. Eğer böyle olsaydı Allah’ın Resulü bildirirdi”.

Kur’ân-ı Kerîm ve hadîsleri, Allah’ın sıfatlarını ve müteşâbihleri bu anlayışla ele almak, kaçınılmaz bir şekilde insanı teşbih ve tecsîme götüre­cektir. Bunun içindir ki, Vehhâbîler ağır, fakat haklı tenkid ve hücumlara uğramışlardır.

İbn Abdilvehhâb’a göre, ictihâd kapısı her zaman ve herkese açıktır. Başkalarını taklîd etmek dinden çıkmaktır. Vehhâbîler ictihâd kapısını herkese açmış olmalarına ve bir mezhebe bağlanıp ictihâd kapısını kapalı tutmanın felâket ve taassub getirdiğini söylemelerine rağmen, bizzat ken­dileri taassub ve kısır görüşlülükten kurtulamamışlardır.

Öte yandan Vehhâbîler, amelî yönden olduğu gibi, îmân noktasın­dan da zahire bağlı kalmışlardır.
Onlara göre îmân, daha önce de söylenildiği gibi, söz ve ameldir; artar ve eksilir, “İman, kalple tasdik, amel, dil ile söylemek ve rükünleri ile yerine getirmektir.” Buna göre ameli yerine getirmeyen kimse, Vehhâbîlere göre imansızdır. Bu ise, Müslümanların cumhurunun görüş­lerinden uzaklaşıp, doğrudan doğruya Haricîlerin anlayışını benimsemek demektir. Kısaca Vehhâbîler, Kur’ân ve Sünnet'e dönüş gibi, gerçekten her münevver Müslümanın samimiyetle benimseyip gerçekleşmesi için gayret göstereceği masum bir anlayışı, neticede bir zulüm ve taassub vası­tası kılmış ve böylece, açık dedikleri ictihâd kapısını, daha da sıkı bir şe­kilde kapatmışlardır; çünkü dinin açıklanmasında yalnızca şekle, birtakım dar kalıplara ve görünüşe takılıp kalmak, aslında taassubdur ve dini kısır­laştırmak demektir.

Sonuç olarak şunları beyan etmekte yarar bulunmaktadır: Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsa, içinde mutlaka bir hak ve hakikat tarafı bulunabilir. Kaldı ki, her bir mezhebin içinde veya mensuplarının efkarında doğru ve yanlış tarafları bulunmaktadır. Vehhabiliğin de içinde bütün aşırılıklar ve yanlış itikat ve davranışların yanında bir takım doğrular bulunmaktadır. Yanlışlarını bu büyük İslam cemaatinin içinde azınlıkta olduklarından dolayı tashih edeceklerinde ve zamanla diğerlerinin içinde eriyip gideceklerinde şüphe bulunmamaktadır.  Tarihte gerçekten büyük hatalar yapmışlardır. Ümit edilir ki, bu yanlışlar tekerrür etmez. Hz. Ali’nin ifadesi ile “Hakkı arayıp da batılı bulan, batılı arayan gibi değildir.” Onlar, kısır görüşleri ile hakkı aramak üzere yola çıkmışlar ve İslam ümmetinden bir kısmının aşırılıklarına tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Ancak onlar büyük İslam kitlesinin gösterdiği itidali gösterememişler ve aşırılığa adeta aşırılıkla karşılık vermişlerdir.


Dipnotlar:
* Bu yazı Prof. Dr. Sayın DALKIRAN tarafından ekseriyet itibariyle, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’ya ait olan “Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri” adlı kitabın “Vehhabilik” başlığını taşıyan kısmına bir takım ilaveler ve konunun bütünlüğünü bozmayacak şekilde bazı kısımların çıkartılması ile hazırlanmıştır. Önemli bir kısım dipnotları verildi ise de bazılarını kitabın kendisine havale ile terk edildi. Bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir2004, s.89-111.

Dipnotlar:
(1) Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 115.
(2) Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 43.
(3) Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 4-5.
(4) Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 27-29.
(5) Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkbi Mezhepler Tarihi, çev. Doç. Dr. Abdülkadir
Şener (Ankara 1968), 3/221.
(6) Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 20-21.
(7) Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 13-17.
(8) Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 167.
(9) Vehhâbîler böyle söylemelerine rağmen, kendileri tam zıddı bir davranışı sergilemişlerdir. Nitekim "İbn Vehhâb, ‘bir kimse Peygamber'e tevessül ederse kâfir olur’, der. Kardeşi Şeyh Süleyman İbn Abdilvehhâb, âlim bir adamdı. Birgün kardeşine sordu: “Erkân-i İslâm kaçtır?” O da, “beştir”, cevabını verdi. O da, “sen bunlara altıncısını ilâve ediyorsun, sana tâbi olmayı din erkânından sayıyorsun”, dedi. Bir diğeri ona “İslâm'ın şartı müslümanları tekfir etmek değildir”, demişti. Bkz. Yusuf Ziya Yörukan, "Vehhâbilik", İFD., 1953-1/61-63.
(10) Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 168-172.
(11) Örnekler için bkz. Abdülkerim Polat, Teymiyyecilik-Vehhâbilik, İstanbul 1977, 56 vd., 109 vd..
(12) Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 385-387.
(13) Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Siyasî ve İtikâdî Mezhepler Tarihi, çev. E. Ruhi Fığlalı – Osman Eskicioğlu, İstanbul 1970, s. 282.
(14) Ahmet Emin, Zu’amâu’l-Islâh fî Asrı’l-Hadîs, Beyrut ts., s. 19-20; A. Vehbi Ecer, Osmanlı Tarihinde Vehhâbî Hareketi, Doktora Tezi, Ankara 1976, s. 81.
(15) Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, 299 vd..
(16) A. Vehbi Ecer, Osmanlı Tarihinde Vehhâbî Hareketi, Doktora Tezi, Ankara 1976, s. 88.
(17) Ahmed b. Nâsır en-Necdî, el-Fevâkihu’l-Azâb fi’r-Reddi alâ men lem Yahkum bi’s-Sünneti ve’l-Kitâb (el-Hediyyetu’s-Sunniyye içinde), s. 66’dan naklen A. Vehbi Ecer, a.e., s. 86.
(18) Örnekleri için bkz. Sayın Dalkıran, Aklın Büyük Yanılgısı Tanrılaştırma, İstanbul 1995.
(19) Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Siyasî ve İtikâdî Mezhepler Tarihi, çev. E. Ruhi Fığlalı – Osman Eskicioğlu, İstanbul 1970, s. 282.
(20) Katip Çelebi, Mizanu’l-Hak, 65-67

Bu güne değin en çok tıklanılanlar